6 Haziran 2011 Pazartesi

AKP: Post-modernist İktidar

 Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

            AKP yaklaşık 9 senedir iktidarda ve bu süre AKP’nin iktidarını yürütme-sürdürme-yeniden üretme yol ve tarzlarını tahlil etmeye başlamak için yeterli bir süre. Analiz birçok açıdan yapılabilir. Burada yapılacak olan, AKP iktidarının, post-modernist öğelerle olan paralelliğiyle ele alınmasıdır. Yazının amacı tam anlamıyla akademik-bilimsel bir makale ortaya çıkarmaktan ziyade, sosyal bilimden uzaklaşmadan, onun analiz gücünden destek alarak bir tespitte bulunmaktır. Tespitlerin çoğu zaten daha önceden çeşitli çalışma ve yazılarda yapılmış olabilir fakat bunların postmodern yaklaşıma olan paralelliğiyle (özellikle yapıbozum) ele alınmasının yeni bir bakış açısı sunacağını ümit ediyorum.

 — Yapıbozum
            AKP iktidara geldiğinden beri ele aldığı neredeyse her konuyu yapıbozuma uğratıyor. Konuyu tartışmaya açarak, tartışılmasını sağlayarak, elindeki tüm araçlarla (zor gücü, organik aydınları, medyası… vs.) onu istediği tarafa yönlendirmeye çalışmanın da ötesinde bir durum bu. Aksi halde, bunlar zaten her iktidarın yaptığı şeyler denebilir. AKP’nin farkı, ele alacağı konuyu bozması, hakkında bir sürekli-tartışma yaratarak onun içini boşaltıp artık tartışılamaz hale getirmesidir (tartışılamazdan kasıt; tartışılamayacak bir üstünlük elde etme değil, tartışmanın hiçbir yere gitmemesine ve kendi içinde sürekli dönmesine sebep olacak bir boyuta kilitlenmesidir). Yapıbozum için bu tartışma ortamı yeterli değildir elbette. Bu sürekli-tartışmayla konunun temeli sarsılmaya başlar. Tartışmalar süre giderken, tartışmaya konu olan kurum ya da düzenlemeyi bu tartışmalara dayalı bir sürekli değiştirme içine sokarak, onun yapısıyla oynayarak onu bozmaya çalışmaktadır. Sadece bu “tartış(ama)ma ortamı”nın, “eskiden bunları konuşamıyorduk ortamı”nın demokrasi olduğunu düşünen, bu ortam yüzünden aslında hala daha nelerin konuşulamadığının farkında olmayan (paradokslar şampiyonu) liberal sol düşünce de bu ortamın destekleyicisi konumunda. Seçim döneminde ÖSS sisteminin değişemeyeceği ile ilgili iddialarda bulunan, değiştireceğini söyleyenleri hayalcilikle eleştiren AKP iktidarında sistemin, kat sayıların, hatta sınav sayısının bile kaç kere değiştiğini düşünelim. Ya da sosyal devletin gereği olan sağlık hizmeti ile ilgili tartışmalar ve sürekli değiştirmeler. Yapı sadece değiştiriliyor-yenileniyor mu yoksa bozuma mı uğratılıyor? Yapıbozumdan, yapının devamına ciddi tehdit oluşturacak krizlerin (sistem krizlerinin) meydana getirilmesini kastediyorum. SSK primi ödeyenlere zaten ücretsiz olması gereken muayenenin, ücretlendirilip bu ücretin vatandaşa eczanelerden ilaç alırken yansıtılması ve daha sonra tekrar eczanelerden bunun tahsil edilmesi gibi bir uygulama yapının değişikliği midir, bozumu mu? Sosyal devletin yapısını bozmakta mı, yenilemekte midir? Yargı alanındaki sürekli tartışma ortamı, yargının sürekli politik kararlar verdiği iddialarıyla onun yapısını bozma çalışmaları (üstelik bir yandan da bazı davalarda açıkça davayı savunduklarını ve onun arkasında olduklarını belirtip, yargının politik olduğuyla ilgili güçlü sinyaller vererek bu tartışmalara malzeme sağlamayı da ihmal etmeden). Dikkat edilirse şu anda Türkiye’de bütün kurumların yapısında, sisteminde bir kriz olduğu gözden kaçmaz. Halkın güven seviyesi her kuruma karşı ilk defa bu kadar azaldı. Seçim dönemlerinde veya kış aylarında yapılan yardımlar, neredeyse her konuda gündeme gelen referandum tartışmaları, cumhurbaşkanının halka seçtirilmesi… vs. Türkiye’deki sistemin, demokrasi ve sosyal devlet kavramlarının içeriğini tartışmalı hale getirmektedir.
            Postmodernist yaklaşımın en önemli araçlarından biri olan yapıbozum, modern Batı felsefesinin kavramlarını ve özellikle ikiliklerini – ikili karşıtlıklarını geçersizleştirmeye, işlevsizleştirmeye yönelir. İyi-kötü, erkek-kadın, yüksek kültür-halk kültürü, heteroseksüel-homoseksüel, vs. gibi ilki lehine bir hiyerarşi içeren tüm ayrımları, bir nevi pozitif ayrımcılık yaparak ikincinin de “tanınması” yoluyla ortadan kaldırmayı hedefler. Bunu genellikle ilk kavramı metinselleştirerek (… nedir? ile başlayan ve bir “gösterilen”e ulaşmaktan ziyade “gösteren”ler arasında salınmayla devam eden süreç), metinlerarası bir okumaya tabi tutarak, onun anlamını “sonsuza kadar öteleyerek” yapar. Yani aslında ilkinin reddi, ikincinin tanınması olarak işler, bu mekanizma. AKP iktidarının sosyal devlet, demokrasi, laiklik, ilerici-gerici, üst kimlik-alt kimlik, üst kültür-halk kültürü gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını oluşturan kavram ve ikiliklerin her biri üzerindeki dekonstrüktif faaliyetini sayısız vaka ile örneklendirebiliriz.* Hatta nitelik olarak biraz daha farklı bir ayrım olsa da solcu-sağcı ayrımının da bu bozucu faaliyetten nasibini aldığını söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti metinselleştirilebilir, anlamı (ya da anlamını oluşturan kavramlar, yapılar) metinlerarasında sonsuza kadar ötelenebilir ve yapıbozuma uğratılabilir mi? Bir ülkenin yapıbozumu mümkün müdür? Bu işe neden girişilir?

            — Politika oyununu oynamama -
AKP politika yapmadan (pratik politika oyununu oynamadan) politika yapan bir parti. Politika oyunu derken pratik politikanın yapılış dinamiklerinden bahsediyorum. AKP bu politik oyunu, bayağı oyuna çeviriyor; kendi politikasız oyununu oynuyor. Ne zaman muhalefet, siyasi bir manevra yapsa, iktidara karşı olan bir gruba yakınlık gösterse ya da bir konuyla ilgili eleştiride bulunsa, AKP’nin konuya karşılığı siyasi bir manevra ile cevap vermekten çok bu yapılanın sadece bayağı bir oyun olduğunu kamuoyuna şikâyet etmektir. Muhalefet türlü oyunlarla sadece iktidarı yıpratma amacındadır. Hatta başbakan birçok kez muhalefetin yaptığı ve söylediği şeylere aslında kendilerinin de “inanmadığını” sadece oyun oynadıklarını, oyunculuk yaptıklarını dile getirmiştir. İşin ilginç yanı, pratik politika zaten böyle bir iştir. İktidarın bazı uygulamaları olur, bunların yararı veya zararı olur, zarar görenler iktidara karşı direniş gösterirler, bu direniş muhalefetin siyasi görüşüne paralellik gösteriyorsa muhalefet bu hareketi benimser ve destek vererek iktidara yüklenir. AKP ve özellikle başbakan bu politik oyunu oynamıyor, politika oyununun yapısını bozuyor ve bunların hiçbir anlamı olmayan bayağı oyunlar olduğunu söylüyor.
AKP’nin kendi politik duruşuna baktığımızda da bu yaklaşımı görebiliriz. Post-modernizm gibi AKP’nin de neo-liberalizm dışında tutarlı bir ideolojisi yoktur. Neo-liberalizmin sürmesi dışında bir “büyük proje” yoktur. AKP’nin pratik politikadaki tek amacı tek parti iktidarını sürdürecek oy potansiyelini korumaktan ibarettir. Bu politikasız politika sayesinde muhalefetin de politik oyunlarını bozmakta, ortada siyasi bir manevra yapacak alan bırakmamakta ve herkesin çok sevdiği “alternatifi olmama” sıfatına ulaşmaktadırlar, aynen neo-liberalizm gibi. Mesele AKP’nin alternatifi olmaması değildir; asıl mesele siyasi manevra yapacak alanın kalmamış olmasıdır çünkü iktidar için her şey bir oyun. AKP’ye karşı gerçek muhalefetin önce bu sorunu çözmesi gerekmektedir.
Tekrarlayacak olursak, AKP’nin alternatifi yok değildir (neo-liberal muhafazakârlığın veya muhafazakâr neo-liberalizmin bir sürü alternatifi var), fakat önce siyasi manevra alanının açılması gerekmektedir. Siyasi hareketin yapılacağı alan da aslında apaçık ortadadır; ekonomi. Ama büyük şirketlerin ekonomisi değil, sıradan insanların ekonomisi.
AKP tam bir “söylem” partisi, sürekli söylem üretmekte, uygulamalarına karşı olan her eleştiriye, eyleme, direnişe de “söz” ile karşılık vermektedir. Sözün bittiği yerde de siyasi bir manevra yerine zor gücünü kullanmakta çekinmemektedir. TEKEL işçilerinin direnişini “ideolojik” bulan AKP yönetimi (artık bu kelimeyi, bir düşünce ya da eylemi kötülemek için kullanıyorlar), yetim hakkını yedirmeyeceğini söyleyerek karşılık veriyor ve uygun gördükleri süre dolduğunda da artık bu söz oyunundan sıkılıp zor gücüyle harekete geçeceğinin sinyalini veriyor. Sonunda ne oluyor? AKP yine hiçbir şey yapamamış sadece konuşmuş olarak kalıyor. Ama geriye yetimin hakkı tartışmaları kalıyor ve asıl sorunlar her zamanki gibi öteleniyor. Küresel krizi bile tek bir kelimeyle atlattı başbakan. Teğet! Ekonomi artık somut-maddi üretim süreçlerinden kopmuş ve soyut-piyasa süreçlerine bırakılmış olduğu için tabi “söz”le yönetilebiliyor ülke.
Fakat AKP’nin sadece söylem partisi olduğu iddiası ekonomi alanında geçerli değildir. AKP’nin tutarlı bir şekilde somut harekete devam ettiği tek alan ekonomidir. Neo-liberal düzenlemeler, piyasa ekonomisinin, banka sektörünün aşırı gelişmesi, özelleştirmeler, vs. tutarlı bir şekilde devam ediyor. Özellikle, üretim yapan orta ve küçük birçok şirket batarken özel bankaların sapasağlam ayakta olması da bu yüzden, bu bankalarla övünüp durmak da bu yüzden. Yukarıda siyasal hareketin ancak ekonomik alandan çıkabileceğini de bu yüzden belirttim. AKP’nin söylemden ziyade ısrarlı-tutarlı eylemde bulunduğu tek alan bu çünkü.
Peki, pratik politika amacı oy’unu ve oyun’unu korumak olan ve bu alanda manevraya izin vermeyen AKP’nin büyük politik amacı nedir, var mıdır? Bu soru post-modernist düşüncenin de karşılaştığı en önemli eleştirilerden biridir; post-modernist ilkeler altında post-modern sosyal teorinin amacı var mıdır? AKP’nin uyguladığını iddia ettiğim yapıbozumun şu anda nasıl bir işlevi ya da hedefi olabilir diye düşünüldüğünde; kuruluşunda anti-emperyalist olan ama zorunlu olarak anti-kapitalist olmayan ve Batı kapitalizminin küresel işleyişine büyük bir engel olmayacak (hatta uzun vadede katkısı olacak) olan Türkiye Cumhuriyeti’nin “yapı”sı ve Kemalist-ulusalcı zihniyet, çağımızda kapitalizmin yeni gelişme şekli olan neo-liberalizmin hiçbir zorluğa maruz kalmadan serpilmesinin önünde engel teşkil etmeye başlamış olabilir ve bu durumda bu yapının bozuma uğratılması gerekmiş olabilir; fikri çok da mantıksız gelmiyor.

-         Geçici uzlaş(ma)ma noktaları
            Bir ülke ya da ulusun kurulma sürecinde ortak tarih bilinci, ortak amaç ve bunlara ters düşüp bunları engellediği iddia edilen ortak düşman oluşturma ve bunun karşısında birlik ve beraberliği sağlama gibi stratejilerin benimsendiğini biliyoruz. Hatta çoğu iktidar bu ortak düşmanı zaman zaman yeniden çağırır, canlandırır ve iktidarını perçinlemeye çalışır. AKP’nin bu konudaki farkını da Laclau ve Mouffe’ta bulabiliriz. Onlar toplumun “istikrarsız bir farklılıklar sistemi halinde söylemsel olarak” kurulduğunu söylerler ve bu farklılık ve istikrarsızlık içindekilerin bir araya gelebileceği geçici istikrarlılık noktalarını teorileştirmeye çalışırlar.[1] AKP, farkında olarak veya olmayarak, yukarıda bahsi geçen toplum tanımına çok paralel bir yönetim sergilemekte ve geçici noktaları oluşturma konusunda çok başarılı hareket etmektedir. Tek bir farkla; geçici uzlaşmama noktaları, geçici düşmanlar oluşturarak. AKP sürekli düşman yaratmakta ve yeniden yaratmaktadır. Bu düşman karşısında kendi kitlesinin birlik ve beraberliğini sağlamaktadır. Fakat uzlaşmama noktaları, dolayısıyla yaratılan düşman ve dolayısıyla yaratılan birlik geçici olduğu için sürekli ve her alanda bu üretime ihtiyaç vardır. Eski iktidarların kurduğu dost-düşman ayrılıklarının daha sabit değerler üzerinden olmasının sebebi (genellikle ideolojik olan) ortak amaç kavramıdır. Fakat post-modernizm ve AKP bu “nihai amaç”ları, “ideolojik yaklaşım”ları, “büyük anlatı”ları pek sevmez. AKP’nin sürekli ürettiği ve unuttu(rdu)ğu bu geçici uzlaşmama noktalarının amacı da dolayısıyla “kurucu”, “büyük”, “ideolojik” olmaktan ziyade yukarıda sözünü ettiğim gibi oy odaklı olabilir.
AKP’nin halen “gerçek” amacının ne olduğunun anlaşılamamasında bu durumun da payı vardır. Solcu bakışın gözden kaçırmayacağı, neo-liberalizmin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi amacının dışında, her konuda büyük tartışma yaşanmaktadır. AKP demokrat mı yoksa şeriat özlemi çeken irticacı mı? AKP şu ana kadar yarattığı hiçbir geçici uzlaşmama noktasındaki dostlarının sonuna kadar arkasında durmamış, düşmanlarının da sonuna kadar arkasından kovalamamıştır. Ne zaman ki AKP, farkında olarak ya da olmayarak devam ettirdiği bu sürekli geçici üretimden vazgeçer veya üretemez hale gelir, işte o zaman AKP’nin ne olduğu ve ne yapmak istediği, seçmek durumunda kalacağı sabitten anlaşılacak ve aslında bu olduğu anda da AKP’nin alamet-i farikası ortadan kalkacaktır.
            Yukarıda belirttiğim AKP’nin söylem partisi olması ile bu geçici uzlaşmama noktalarının kesiştiği yerde AKP’nin “sürekli mağduriyeti” yer almaktadır. 8 yıldır iktidarda olan AKP 8 yıldır mağdur. AKP sadece söyleyebiliyor, eyleyemiyor çünkü sürekli karanlık bir güç tarafından engelleniyor. İktidardayken mağdur olma – muhalefet yapma becerisini gösteriyor AKP. Yaratılan tüm geçici uzlaşmama noktalarında AKP hep mağdur olan, engellenen tarafta. AKP iktidarı başlattığı hangi tartışmada konunun sonuna kadar gidip işi neticelendirmiştir? Darbe düşüncesi içinde olanlara karşı mı AKP? O halde darbeyi sadece düşünen değil bizatihi yapan kişiyi yargılamak neden “sulu şaka” olsundu ki. Başbakanın bir ara “bizi kızdırmasınlar açılımı sil baştan yaparız” dediği demokratik açılım da yine sadece söylem olarak kaldı. Başbakan bir gün açılım yapıyor, bir gün “sinirlendirmesinler sil baştan yaparım” diyor; bir gün Ermenileri kovuyor, bir gün Roman açılımı yapıyor. Başbakanın zaten konuyu böyle açıp kapatıp, sil baştan yapabileceğini düşünmesi de, bunu sadece söylem olarak gördüğünü gösteriyor. Sil baştan yapılacak olan şey açılıma dair bir hareket değil (zaten başlatılan bir hareket nasıl sil baştan olacak?), tartışmanın kendisidir ancak. Her şey söylem düzeyinde olduğu için gün aşırı değişebiliyor hükümetin tavrı.

— Sinizm ve septisizm
            Bütün bunların sebep olduğu ve bütün bunların olmasında da etkisi olan sinik-septik tavır, AKP ve post-modernizm arasındaki bir diğer paralellik. Post-modernist yaklaşımın, modern bilime ve akla olan karşıtlığının din adamları tarafından nasıl da ustalıkla kullanıldığını biliyoruz (modern bilimsel bilgiden şüphe edilebilir, hatta edilmelidir, ama din bir kimlik, bir vicdan özgürlüğü olduğu için eleştirilmemeli, korunmalıdır). Özellikle fen bilimleri alanındaki post-modernist yapıbozum, bilimsel bilgi dışında başka bilgi türleri ve varlıklara alan açmaktadır. Türkiye’nin bilimsel bilgi üretiminin kalesi olan TÜBİTAK’ın yapısı bozulmaya çalışılırken de, eğitim sistemi ve müfredatın içeriğiyle oynanırken de bu tartışmalar kullanıldı. Bu sinik-septik tavır AKP’nin sadece bilimsel bilgiye karşı değil, politika ve ideolojilere de karşı kullandığı bir araçtır. Bu elbette sadece AKP’nin kendine has karakteristik özelliği olmaktan çok dönemimizin özelliğidir tabi ama AKP de bunu gayet benimsemiştir ve sonuçta bir paralellik daha ortaya çıkmıştır. AKP, politikaya, bilime, ideolojilere, muhalefetin her türlü siyasi manevrasına, halktan gelen herhangi bir direnişe, harekete, yürüyüşe hep bu sinik-septik tavır ile karşılık vermiştir.

            — Sonuç -
            Bu yazıdan, mevcut düzen ve yapının korunması gerektiği ya da ondan memnun olunduğu anlamı kesinlikle çıkartılmamalıdır. Yazı, AKP’nin yapıbozumcu bir söylem partisi olduğunu ve Türkiye’yi bir yere götürmekten veya statükoyu olumlu yönde dönüştürmekten ziyade sadece post-modernist bir küresel düzenin devamına (yani neo-liberal çatı altında özgürce(!) kendini ifade eden – ifade etmekten fazlasını istemedikleri sürece – farklılıklar festivali) yarayan bir araç olduğunu göstermeyi hedeflemektedir. Bu yaklaşım tarzını elbette AKP icat etmiş değildir. Onun yaptığı bunların bir ülkeye uygulanmasıdır. Post-modern kimlik-farklılık siyasetinin özgürlük ya da demokrasi getireceği fikri rafa kalkmak üzereyken, biz tam da bu tartışmanın ortasında buluyoruz kendimizi. Kimlik siyasetinin toplumun gerçekten ezilen, gerçekten dışarı itilmiş sınıfı için ya da hatta demokrasi için bile bir yararı olup olamayacağı konusu üzerinde yaygın bir kabul kalmamıştır.
            Postmodernizm, modern Batı felsefesindeki kavram ve ikilikleri reddediyor ve bunu da özellikle ikincinin tanınması yoluyla yapıyor dedik. Fakat bu “ikincinin tanınması” süreci ilk çıktığındaki demokrasi umudu coşkusunu kaybetmiştir. Tanınmanın doğrudan demokratik bir hak kazanma süreci yaratmadığı ortaya çıkmıştır. Postmodernizmin “büyük amaç”lara karşı olması sebebiyle, bu tanıma faaliyetini de herhangi büyük bir değer için değil sadece tanımanın kendisi için gündeme getirdiğinden ve tanınmanın arkasında ve altında ona temel oluşturabilecek bir değer-amaç olmadığından dolayıdır ki, sonuçta ortaya sadece farklılaşmış ve farklılıkları duyurulmuş birçok kimlik çıktı ve öylece ortada kaldılar.* Bu farklılıkların ortaya çıkartılıp tanınmasının kültürel bir kaynaşma, bir alış-verişten ziyade, iletişimsizlik ve düşmanlığın güçlenmesine sebep olduğuna dair bir literatürün de gelişmeye başladığını belirtelim. İkili karşıtlıkların yapıbozumu henüz demokratik bir sonuç doğurmamıştır.
Kendisi de post-modern teorinin önde gelenlerinden olan Baudrillard, bir düşünceyi sınamak için onu mantığının sınırlarına doğru zorlamak gerektiğini ifade eder ve tüketim toplumu mantığının sonunun, aşırı-sebepsiz-sürekli tüketim ile gelebileceği tezini ileri sürer. Peki, AKP’nin söylem mantığının sınırlarına doğru ilerlersek; ezilmiş, kenara itilmişlerin demokrasi savaşçısı olduğu söylenen ve bu yüzden de sürekli mağdur pozisyonundaki AKP, farklılıkları, farklı kimlikleri, ezilmişleri (gay ve lezbiyenler, ateistler, yeşiller, öğrenciler, kadınlar… vs.) sadece sözle bile olsa hangi noktaya kadar savunabilecektir? Mağdur siyasetini nereye kadar sürdürebilecektir, hangi konulardaki mağdurların yanında yer alamayacaktır, almamıştır? Kadın-erkek eşitilğiyle ilgili tutumunu muhafazakarlığıyla açıklaması veya “Cumartesi Anneleri” ile ilgili tutumu manidar değil mi? Alkol ile ilgili demokratlığı da malum olan başbakanın bu muhafazakarlığı ileride daha nelere engel olacaktır? Sinik-septik tavrını gösteremeyeceği alanlar hangileridir? AKP ne zamanki bu söylem üretimine devam edemez hale gelir ya da (ekonomi dışındaki) bir konuda gerçekten bir şey yapmak zorunda kalırsa, işte o andan itibaren alâmet-i farikası ortadan kalkacak ve güzel günlerinin sonu gelecektir.

- Vaka -
İlginç bir şey oldu. Bu yazı (bazı çok küçük ekler dışında), Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından istifasından önce yazılmıştı. Deniz Baykal istifa etti ve yerine, Kemal Kılıçdaroğlu geldi. Yukarıda belirttiğim “siyasi manevra alanı”nı Baykal, kendini dışarıya atarak ortaya çıkardığı boşlukla oluşturdu. Bu siyasal manevra alanının, fiziksel bir yerinden olmayla açılabileceği kolay kolay akla gelmezdi. Bunun sonucunda AKP’ye karşı, özellikle başbakana karşı, her zaman kaybettiği (AKP’nin oluşturduğu verili oyun kuralları içinde kaybetmeye mahkûm olduğu) söylem oyununu, otantik eylemiyle kendini yok ederek kazanmış oldu. Bu Kılıçdaroğlu’na başlangıç için bir avantaj sağladı. Fakat bence daha önemli olan Kılıçdaroğlu’nun ne yapacağıydı. Kılıçdaroğlu’nun kongre konuşması ve daha sonraki günlerdeki gelişmeler şunu gösterdi; yukarıda söylemiş olduğum şeyin, yani, siyasi manevra alanının aslında apaçık ortada olduğunun ve bunun da büyük şirketlerin değil, sıradan insanların ekonomisi olduğunun Kılıçdaroğlu da farkında. Baykal’ın açtığı alanı Kılıçdaroğlu doğru tezle doldurdu. İlk ve en büyük vurguyu bu konuya yaptı ve tavizsiz bir şekilde yapmaya devam etmeli. Sosyalist bir partinin teorisini ve pratiğini uygulamasını bekleyemesek de, ilk konuşmasındaki bazı somut konular (%10 barajı, aile sigortası, ILO kriterleri, dokunulmazlıklar, kesin bütçe komisyonu, vs.) AKP’nin eski oyunu ile geçiştirebileceği konular değil gibi görünüyor. Elbette henüz çok erken ama başlangıç olarak doğru.
Bu yazıda geçen bir başka şeyle ilgili de etkili bir hamle yaptı Kılıçdaroğlu. Dili değiştirdi. CHP’nin söylemini ve dilini değiştirerek, AKP’yi savunmaya çekti. Yeni bir dönemin açıldığını insanlara sembolik olarak da göstermek için yeni bir hitap kullandı. İşi daha da büyüten şey, AKP’nin ve başbakanın da bu durumun farkında olması. Bu sefer durumun farklı olduğunu anladılar. Bu hareketi politika oyununu oynamayarak, sözle geçiştiremeyeceklerinin onlar da farkındalar ve bunu belli etmeyecek siyasi tecrübeye de sahip olmadıklarından telaşları yüzlerinden ve sözlerinden okunmaya başlandı. Başbakan 12 Eylül oylamasında evet çıkması için ağladı bile! Neden telaşlandılar? AKP artık tutarlı olarak arkasında duracağı bir siyaset (özellikle iç siyaset) belirlemek zorunda kalabilir ve eğer yukarıdaki tezim doğruysa, böyle bir siyasetleri yok. Telaşın sebebi bu olabilir. Ortadoğu’da büyük oyuncu olma* dış siyasetini de Davutoğlu’nun tüm çabalarına rağmen ne kadar ve ne tutarlılıkla sürdürebilecekleri şüpheli.
CHP'den beklenilen elbette sosyalist bir program değil. Ama Kılıçdaroğlu'nun bu vizyonunun önce CHP'nin, daha sonra da Türkiye'nin siyasi dilini ve eğilimini sola doğru çekmeye başlaması; sol politikaya alan açması gerçekleşebilecek olumlu bir sonuçtur.
Peki, yukarıda belirttiğim sonuç ortaya çıkacak mı? AKP söylem oyunundan, politika oyununu oynamama oyunundan vazgeçmek zorunda kalıp belli bir siyasetin arkasında durmaya çalışarak alameti farikasını kaybedip yok olacak mı? Başbakan şimdiden (yine sadece söylem düzeyinde olmakla birlikte) bir kat daha derin bir statükocu-muhafazakâr-islami-milliyetçi söyleme girmeye başlamış gibi görünüyor (Cibilliyet meselesi, alkol konusundaki çıkışı, kadın-erkek eşitliğine “muhafazakarlığından” dolayı inanmadığını açıklaması, soy sop göndermeleri, af çağrısına karşı şehit anaları vurgusu yapması, baraj indirimine karşı koalisyonların başarısız olduğundan ve “tek parti” başarılarından bahsetmesi, mitinglerinde artan islamcı-milliyetçi söylemleri, "Bırakın herkes istediği gibi giyinsin yahu", cümlesinin hemen ardına "ama yeter ki genel ahlak kuralları içinde olsun" cümlesini eklemesi, vs.). Bunun devam edip etmeyeceği ve bu yazıdaki öngörünün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zamanla göreceğiz.


* Bu cümleden, mevcut yapının korunması gerektiği fikri kesinlikle çıkmamalıdır. Postmodernizmin ve AKP’nin ilk bakışta demokratik görülen bu yaklaşımının (ikilikleri, ilkini reddedip ikincisini tanıyarak ortadan kaldırma) eleştirisi için sonuç bölümüne bakınız.
[1] David West, s. 237
* Açılımın adının önce Kürt açılımı olması ardından demokratik açılım olarak düzeltilmesi çok manidardır. İlk anda postmodern sürecin birebir yansıması olarak, üzerinde düşünülmeden ve içinde bulunulan durumun doğallığıyla Kürt açılımı denmiştir. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi olay sadece kimliğin tanınmasından ibarettir. Daha sonra bu durumun yarattığı sakıncalar göz önüne alınmıştır. Yani bu durumun zorunlu olarak demokratik bir sonucunun olması gerekmediğinin anlaşılması sakıncası ve tanınmanın bu şekliyle ele alınmasının kültürler arasında bir uzaklaşmaya sebep olabilme sakıncası. Pratikte eksikliği hissedilen demokrasi, bir kez daha lafta gündeme gelmiş ve Kürt açılımının adı demokratik açılım olarak değiştirilmiştir.
* Ahmet Davutoğlu, AKP bünyesinde kafasında bir büyük siyasi proje olan sayılı etkili insandan biri. Onun uygulamaya çalıştığı realist politikası ve Ortadoğu ve Arap dünyasında lider bir Türkiye vizyonunun, AKP için bir gömlek büyük olduğu bazı olaylarda su yüzüne çıkıyor. Başbakanın, bakanların ve bazı yetkililerin Davutoğlu’nun aklındakini gerçekleştirebilecek kapasitede ve realist politika uygulayabilecek donanımda olmadıkları zaman zaman yapılan işlerle ortaya çıkıyor. Ermeni konusundaki “Ben bir şey yaptım” tartışmaları, İsrail konusundaki söylemler, vs. Davutoğlu ne kadar akılcı (onaylamadığım bir yönde ama akılcı ve hesapçı) hareket etmeye çalışıyorsa, başbakan da sanki o kadar işleri sarpa sardıracak eylem ve söylem içine giriyor. Tabi iç politikada eskiden tutan bu tavır, dış politikada (Bazı Arap ülkeleri hariç) o kadar da tutulmuyor.