4 Kasım 2010 Perşembe

Totaliter Demokrasilerde "Halka Güvenmek"

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora öğrencisi

            “Halkın sağduyusuna güvenin!”cümlesinin popülist bir politika aracı olmaktan ziyade bir anlamı var mıdır? Bu cümle (ve tam tersi de) sosyolojik anlamda basbayağı bir saçmalık değil midir?

Türkiye siyasetinin zaman zaman ön plana çıkan en önemli silahlarından biridir, “halka güvenin, kardeşim!” cümlesi. Bu son referandumun öncesi, sırası ve sonrasında da bu cümle yine zihinleri ve daha çok da ağızları meşgul etti ve tartışmalarda ya da yazılarında bu cümleyi kullananlara yine “alternatifsiz” bir zafer ve üstünlük sağladı; “Halkın sağduyusuna güvenin!”.

            Fakat, söyleyene tarifi imkânsız bir rahatlamayla zafer kazandıran, bu cümlenin anlamı üstüne düşünmeye başladığınızda iş biraz değişiyor. Cümlenin sosyolojide ya da siyaset biliminde bir anlamı, karşılığı gerçekten var mı? Ne demek acaba bu “halkın sağduyusuna güvenmek”?

            Referanduma kısa bir süre kala malum kanallardan birindeki bir konuşmacı (buna benzer sayısız örnekte olduğu gibi), “Aşırı uçları çıkarırsak, Türkiye’de %70’i oluşturan bir kitle var, bu kitle  sandıkta her zaman gereken cevabı vermiştir.” diyerek müjdeyi muştuluyordu. Bu yetmezmiş gibi, birçok sol görüşlü (ya da eskiden sol görüşlü olan) veya akademik ünvana sahip kişiler de seçim sonrasında halkın sağduyusuna güvenme temelinde yazılar yazdılar.
          
            Sandıktan bu sonuç çıktı, buna saygı duymak zorundasınız. Bu cümle totaliter demokrasilerin en sık kullandığı cümledir; çünkü sıklıkla referandum yaparlar. Ama bunun bile bir anlamı vardır, en azından. Der ki; bizim demokrasiden anladığımız bir niceliktir. Bir oy bile fazla alanın dediği olur (ve biz de o bir oy fazlayı almak için her şeyi yaparız). Bunun dışında kalanlar bu karara saygı duymak zorundadır. İyi ama, demokrasinin aslında o kalan %30’un sesleriyle zenginleşmesi gerekmiyor mu, asıl onların varlığına sahip çıkması gerekmiyor mu? Geri kalanlar saygı duymayıp da ne yapacaktı zaten? Ya da saygı duymuyorsa ne yapacak? Demokrasinin bir başka totaliter özelliği de burada yatar; saygı duymuyorsan ve sistemi değiştirmek istiyorsan bunu yine sistem içinde demokrasinin belirlediği yollarla yapmak zorundasın. Neoliberal-temsili-parlementer demokratik sistem dahilinde aday olacaksın, seçileceksin, vs. vs. (aynen Hitler’in yaptığı gibi). Çoğunluğu ele geçirdiğin anda, en demokrat sensin.

            Türkiye Cumhuriyeti de totaliter demokrasiyle yönetildiğinden, buna çok yakın uygulama, olay veya beyanla karşılaşabilirsiniz. Türkiye’deki anlayışta da, demokrasi halkın AKP’yi seçmesidir. Bunun dışında kalanlar buna saygı duymak zorunda olduğu gibi (ya da parti başkanının bağıra bağıra hazzzmedeceksiniz dediği gibi) karşı düşüncelerin, sistem eleştirilerinin, halkın bilinçlendirilmesi ihtiyacının dile getirilmesinin hepsi faşizm ya da totaliterliğin bir başka biçimidir. Sen kim oluyorsun da “demokratik” sonucu beğenmiyorsun; kim oluyorsun da halkı bilinçlendirme (artık bu en büyük totaliterlik ve halk düşmanlığıdır) gibi bir amacın oluyor. “Bu sonuca saygı duyacaksın!” cümlesinin anlamı budur. O halde az önceki sorumuza geri dönelim.

            Referandumun, tüm seçmenler bazında gerçek oranlarına göre; %20 küsür oy kullanmayan ve bunun çoğunluğu boykot olan yani bilinçli olarak oy kullanmayan “halk”, %30 küsür hayır oyu veren “halk” ve %40 küsür evet oyu veren “halk” var Türkiye’de. Merak etmeyin, ne “işte, bu sonuçlara göre asıl kazanan”ı açıklayacağım ne de oyların matematiğiyle ilgileneceğim. Benim üzerinde durmak istediğim konu halkın sağduyusunun yeriyle ve anlamıyla alakalı. Soruyu tahmin ediyorsunuzdur; hangi halkın hangi sağduyusuna güveneceğiz ve neden?

            Halkın sağduyusuna güvenme cümlesi, bir bakımdan “Tanrı vardır” sözüne benzer. Felsefi olarak tartışılabilecek (felsefi olarak derken, asla aşağı bir anlamda kullanmıyorum, “neden?” sorusu olmasaydı ne yapardık?) olan bu “Tanrı vardır” cümlesi, bilimsel açıdan “saçma”dır, çünkü ispatı yoktur. Halkın sağduyusuna güvenme cümlesinin de sosyoloji ya da siyaset biliminin alanına girdiğini söylesek herhalde karşı çıkılmaz. İşte bu alanda ve bu anlamda, bu cümle basbayağı “saçma”dır. Hangi temele-teoriye dayanarak, hangi varsayımla, hangi tarihsellikle bu iddiada bulunulduğunu anlamak mümkün değildir. Her bir insanın (bu yazıyı yazanın da okuyanın da) tek tek kandırılabildiği gibi, bir halk da kandırılabilir, çıkarları manipüle edilebilir, kısa vadeli çıkarını doğru hesap ederken uzun vadedeki çıkarlarını tahayyül etme konusunda zorlanabilir. Bunun hem tarihsel hem de teorik temeli mevcuttur. Halkın kandırılamaz bir “sağduyu”su olduğu fikrine, bu iddia sahiplerinin nereden kapıldıklarını açıklamaları gerekiyor. Halk, manipüle edilebilir ve bu olduğunda halk oylarıyla, mesela, Hitler’i seçebilir ya da “halk”ın bir kısmı sessiz sessiz ya da bağıra çağıra derdest edilip toplu halde bir yerlere götürülürken halkın “sağduyu”su, kendisi de derdest edilip götürülene kadar, bu duruma kayıtsız kalabilir ve hatta belki de bu durumu alkışlayabilir.

            Tüm insanlık tarihinin en amansız ve önemli sorularından birini sorarsak, durum daha da açıkça ortaya çıkacaktır: “Neden?” Üstelik bu “neden?”i cümlede istediğiniz kelimenin önüne de koyabilirsiniz;

1.)    Neden halkın sağduyusuna güvenelim?
2.)    Halkın neden sağduyusuna güvenelim?
3.)    Halkın sağduyusuna neden güvenelim?

İlk ve üçüncü sorulara (ikinci soruya daha sonra kısaca değineceğim), “halka güvenmeyeceğiz de, ya neye güveneceğiz?” gibi aslında “halkın sağduyusuna güvenin” cümlesiyle birebir aynı saçmalıkta olan bir şekilde cevap verilebiliyor. Aslında bu cevabın da bir katkıdan ziyade, ilk cümlenin tekrarı olduğunu anlamak zor değil. Fakat sadece hümanist-ajitasyoncu-popülist bir damar daha ekliyor tartışmaya. Diyor ki, “Sizi gidi halk düşmanı, fildişi kulesinde oturan pis entelektüeller sizi! Siz halkı hep böyle aşağılarsınız işte. Oysa biz halkın sağduyusuna hep güveniriz.” (İşte bahsettiğim hümanist-ajitasyoncu-popülist damar bu) Aslında olayın bununla alakası olmadığı çok açık. Çünkü “halkın sağduyusuna güvenmek” cümlesinin, “tanrı vardır” sözü gibi bilimsel açıdan “saçma” olduğunu söylemek, aynı zamanda “halkın sağduyusuna güvenmemek” cümlesinin de tıpkı “tanrı yoktur” sözü gibi “saçma” olduğunu söylemektir de. Yani bunların her ikisinin de sadece polemik anlamı vardır. Dolayısıyla “Halka güvenmeyelim!” cümlesi de, “Halka değil de neye güveneceğiz!” cümlesi de saçmadır ve polemik yapmak istemiyorsanız, yazınızda ya da konuşmanızda yeri yoktur.

Yine ilk ve üçüncü sorulara, “Tam tersi, yani halka güvenmemek, çok faşistçe ya da totaliterce” diye de cevap verilebiliyor. Ama yukarıda söylediğim gibi, saçma olan bir cümlenin tam tersi de elbette saçmadır. “Ben her zaman halkın sağduyusuna güvenirim” diyen popülist bir politikacıyla, “ben halka hiç güvenmiyorum” diyen bir elitistin elinde polemikten başka bir şey veya “neden?” sorusuna verebileceği doğru düzgün bir cevap yoktur.
“Daha iyi bir alternatifi olmayan” neoliberal-temsili-parlamenter demokrasi sistemi, bu alternatifsizliğinin ve bu sistem içinde bu üçlünün dokunulamaz olmasının rahatlığıyla halkın sağduyusuna her zaman güvenir. Neoliberal-temsili-parlamenter demokratik kod içinde kaldığınız sürece, kendinizi ifade etme (ve ifade etmekten başka bir şey istemediğiniz sürece) özgürlüğünüzü istediğiniz gibi kullanabilirsiniz; nasıl olsa sonuçta çoğunluğun sağduyusu gereken kararı veriyor.

Günümüzün totaliterliği, siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğünün kısıtlamasında değildir; bunları neoliberal ekonomik kod ve temsili-parlamenter demokrasi sistemi içinde yapmaktan başka yol bırakmamasındadır. Bu “demokratik süreç” ve özellikle de ekonomik kod dışındaki var oluş alternatiflerinin tabu haline getirilmesindedir, günümüzün totaliterliği. Evet, bu sorunlar da – örneğin Türkiye gibi ülkelerde – hala vardır ama bunlar son kertede neoliberal-temsili-parlamenter demokrasinin kaldıramayacağı, massedemeyeceği sorunlar değildir.

Küçük bir örnekle daha anlaşılır hale getirmek gerekirse; bir video paylaşım sitesinde krallıkla yönetilen bir ülkenin kralına (düşünün bir kere ülkenin kralı!) karşı videolar yayınlanmış-yayınlanabilmiş ve ülkenin kralı bu videoların kaldırılmasını istemişti fakat site yönetimi buna karışamayacaklarını belirtmişlerdi. Sonuçta o site o ülkede yasaklanmıştı. Bizim ülkemizde de bazı siteler benzer sebeplerle yasaklı. Bu durum, bazı ülkelerde hala siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğü konusunda sorunların olduğunu (yukarıda bahsettiğim gibi) gösteren en hafif örneklerden biri. Fakat örneğin Türkiye gibi “demokrasi” ile yönetilen ülkelerde er ya da geç bu sitelerin yasağı kalkacaktır. Bu haber beni çok etkileyen başka bir yönü var. Bir paylaşım sitesinden ülkenin kralını bile istediğiniz gibi eleştirebiliyordunuz ve o ülkede yasaklansa bile site yönetimi video içeriğine karışamayacağını söylüyordu. Ne özgürlük, ne potansiyel ama, değil mi? Fakat aynı paylaşım sitelerinde telif hakkı olan bir video izlemeye çalıştığınızda ne oluyor? Evet, internette her şeyi yapmanın bir yolu var ama bir ülkenin kralının bile eleştirildiği video içeriğine karışamayan siteler, söz konusu telif hakkı olduğunda içeriğe gayet karışabiliyorlar ve yasağı koyuyorlar. Yani asıl dokunulmaz olan krallar değil, telif hakları; yani siyasal – kültürel olarak istediğinizi söyleyin ama neoliberal ekonomik kodun dışına çıkmayın!

Kısaca, bu kodlar içinde hareket ettiğiniz sürece istediğinizi söyleyebilirsiniz; bu kodlara karşı olduğunuzu bile söyleyebilirsiniz. Ama ne zaman bir yerlerde bu kodlarla hareket etmeyi kabul etmeyen bir hareket, bir isyan, bir yapılanma, farklı bir arayış olsa, bu ya bölücülerin ya da utanmaz-uslanmaz, modası geçmiş sosyalistlerin, anarşistlerin işidir. Özellikle neoliberal ekonomik kodu kabul etmeyen ülkeler haydut ve tehlikelidir. Bu aşırı uçlar “çıkarıldığında” halkın %70’lik o sağduyulu kitlesi zaten asla böyle sağduyusuz hareketlere katılmaz. Ya da ne zaman sandığa giden insanların, yani halkın, eğitim durumunun, siyasal bilinçliliğinin geliştirilmesi ihtiyacı ile ilgili bir yorum yaparsanız, o anda halk düşmanı bir totailter olursunuz. Çünkü halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız. (Yukarıdaki ikinci soruyu hatırlayalım) Mesela, halkın eğitim seviyesine, örgütlenme becerisine, zekasına, siyasal hareketliliğine ya da bilinçliliğine, çalışkanlığına, kötü yönetime karşı ayaklanabilmesine, vs. falan değil de; halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız.

Halkı bilinçlendirme, halkın eğitim seviyesini ve siyasal farkındalığını artırma ihtiyaçlarından ve halkın örgütsüzlüğünden bahsetmeyi totaliter bir halk düşmanlığı olarak damgalayan, kayıtsız şartsız “halka güvenmek”, “halkın sağduyusuna güvenmek” gibi cümleler, popülist bir politika aracı olmanın yanında, tehlikeli bir muhafazakârlığın da işaretidir. “Muhafazakâr demokrat”sanız veya “neoliberal sağ” kamptaysanız bu cümlelerin bir değeri ya da amacı olabilir, sizin için. Kaldı ki, asıl halk düşmanlığı, halkı aşağı görme eğilimi bu cümlelerde gizlidir aslında. Yukarıda belirttiğim gibi, hiçbir şeyine değil ama belli belirsiz, neredeyse içgüdüsel diyebileceğimiz bir tavrına güveniliyor halkın; halk bu konuma indirgeniyor. Şahsen biri bana sürekli, sana ya da senin sağduyuna kayıtsız şartsız güveniyorum, deyip duruyorsa, bu o kişiden şüphelenmem için yeterli bir sebeptir. Sorarım ona; “Neden?” Evet, halkın sağduyusuna kayıtsız şartsız güvendiğini söyleyip duranlar halkçı değil; popülist muhafazakârlardır. Başka meziyeti yokmuş gibi bu halkın, sağduyusuyla vereceği oylara güveniliyor ancak.

Ama nedir bu sağduyu? Neye göre, neye karşı ve ne zaman harekete geçer? Neleri görür-yapar, neleri göremez-yapamaz? Halk sağduyusuyla, kendisine sunulan neoliberal ekonomik kodun, temsili-parlementer demokratik sistemin dışında bir seçeneği tahayyül edebilir mi, bunun için harekete geçebilir mi? Ya da halkın sağduyusu genellikle kendisine sunulanların peşinden mi gider? Yoksa, hatta, zaman zaman, yeterli aracı da elinde bulunduran tek bir adamın ağzına mı bakar bu sağduyu dediğiniz?

Halkın sağduyusunun yeri, bir adamda mı, %20’de mi, 30’da mı, 40’ta mıdır? Hangisine güvenelim? Bunlara cevap verirken demokratik incilerinizin dökülmemesine dikkat edin.

Avrupa'nın Kimlik Krizi

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

Bilgi Üniversitesinin düzenlediği İstanbul Seminars 2010 Dialogues on Civilizations’a katılmadan önce kafamı kurcalayan bir soru vardı, Seminars sırasında ve ne yazık ki Seminars’dan sonra da kafamdaki bu soru aynı yerinde duruyor; Avrupa’da veya Batı kültüründe yaşanmakta olduğu söylenen kimlik kriziyle alakalı.

            Baumann’ın, “Stranger=Danger” algılamasını ve modernizmin “öteki”ne karşı onu ya “yeme” ya da onu “kusma” ile tepki verdiğini anlatan; Cengiz Aktar’ın Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almamasının meşru olmayan sebeplere dayandığını gösteren sunumları sırasında en yüksek seviyeye ulaşan merakımın en sonunda medeni cesaretsizliğimi yenmesi sonucunda, Alain Tourraine’e ve Zygmunt Baumann’a şu soruyu sorma ayrıcalığına sahip oldum: “Avrupa’nın yaşadığı kimlik krizini, kendi “öteki”sinin kim olduğundan bu kadar emin olması durumu ile nasıl birleştirebiliyorsunuz? Kimlik krizi içindeki bir insanın, kendi “öteki”sinin kim olduğuyla ilgili de şüpheleri olması gerekmez mi?”. Sorumu zenginleştirmek için Baumann’ın kitabından da (şimdi burada tamamını aktaracağım) kısa bir alıntı yaptım:

“Hacıların” yüz yüze geldikleri ve çözmek için mücadele ettikleri sorun “Oraya nasıl varılacak?” sorunudur. Oysa günümüzde serserilerin, adresi olmayanların ve sans papiers’in (kimlik belgesi olmayanlar) sorunu “Nereye gidebilirim?”, “Bu yol beni nereye götürür?” şekline dönüşmüştür. Artık görev, dertler, hatalar, alınan dersler... aracılığıyla ileriye doğru uzanan yolu kat etmek değil; en az riskli dönüşü yapmak, yol çıkmaza dönüşmeden başka bir yol tasarlamaya başlamış olmaktır. İnsanların asıl tereddüdü, seçtikleri kimliği nasıl edinecekleri ya da çevrelerine nasıl kabul ettirecekleri değil; hangi kimliği seçebilecekleri ve piyasada zamanı dolunca gerekli uyanıklığı gösterebilip gösteremeyeceğidir. Ve temel endişe, sağlam bir toplumsal sınıf içinde nasıl yer bulunup, bunun nasıl korunacağı değil; zaten zorlukla oluşturulan çerçevenin bir anda eriyip gidivereceği endişesidir.”[1]

Bir süredir kendini açıkça, bir kimlik krizi içinde gösteren, her türlü kültürel, sanatsal, akademik, vs. ürünüyle Avrupalı insanın bir kimlik krizi içinde olduğunu anons eden Batı, “öteki”si konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyor gibi görülüyor. Kafamı kurcalayan sorun bu idi. Sorumu sorarken, Cengiz Aktar’ın sunumunu yaparken kullandığı (Fransızca olmasından dolayı Fransızların yaptığı anlaşılan) AB ve AB’ye aday ülkeleri gösteren haritada; üye veya aday olsun ya da olmasın Rusya da dâhil Avrupa’daki tüm ülkelerin farklı renklerde gösterildiği ve Türkiye’nin (ve haritanın en alt kısmında kuzeyinin bir kısmı görülen Afrika’nın) renksiz gösterildiğine dikkati çektim. Yani kimlik krizi içindeki renkli renkli Avrupa ülkeleri ve doğularında renksiz bembeyaz bir hayalet gibi duran Türkiye. Sorumun sonunda asıl Türkler olarak bizim şu anda bir kimlik krizi içinde olduğumuzu çünkü Batı’nın ve Doğu’nun ne anlama geldiğini, bizim “öteki”mizin Doğu mu yoksa Batı mı olduğunu dahi bilemediğimizi (tabi, mevcut hükümetimizin derme çatma iç ve dış siyasetinin de etkisi var) belirttim.

Genel geçer konferans kurallarının da farkındaydım bu soruyu sorarken; yani, konuşmacılar konuşur, dinleyenler soru sorar ve konuşmacılar sorulara cevap vermez! Fakat en azından bazen soruya değinir, çevresinde dolaşır veya bir açıdan yaklaşır. Benim durumumda bunların hiçbiri olmadı. Galiba, sorduğumun bir soru değil de, cevabı kendisinden menkul bir serzeniş olduğu düşünüldü. Aslında böyle değildi, kinaye yapmıyordum. Avrupa’da bir kimlik krizi yaşadığını gerçekten düşünüyorum ve nasıl oluyor da “öteki”si konusunda bu kadar net olabiliyorlar bunu anlamak istiyorum. İki büyük filozoftan birinin (cevap zaten beklemiyordum ama) konuya ne açıdan yaklaşacağı, nasıl bir argüman geliştirilebileceği konusunda ipuçları vereceğini umuyordum en azından. Olmadı, olduramadım.

Kafamdaki birkaç olasılığı paylaşmak istiyorum. Bu acaba şu durumlardan biri olabilir mi?

1.)                             Kimlik krizi içindeyim, kim olduğumu kaybetmiş durumdayım ama “bu” olmadığımı da kesin olarak biliyorum”. Yani Avrupa her ne kadar kimlik krizi içinde de olsa Türkiye’yi o kadar uzakta görüyor ki, kendisinden emin olamasa da “öteki”sinden bu kadar emin olabiliyor.
2.)                             Biz kimlik krizi içindeki renkli renkli Avrupa ülkeleriyiz. Doğumuzda ise monoblok renksiz, kim olduğundan gayet emin olan Türkiye var.” Yani Avrupa bir kimlik krizi içinde ve kimlik krizi içinde olmayıp, kendisinden tamamen emin olan kimliksel olarak monoblok bir yapı sergileyen ülkelerden (bu eminliklerinden dolayı) korkuyor ve onları “öteki” olarak görüyor. Kimlik bunalımı içindeki karasız demokratlar versus kimliğinden emin kararlı totaliterler.
3.)                             Kimlik krizi düşündüğümüz kadar derin değildir. Ya da Avrupalı sıradan vatandaş değil de, Avrupa kültürü üreticileri veya Batılı düşünürler bir kimlik krizi içine girmiştir.

Konuya nasıl yaklaşılabilir? Sosyolojik, psikolojik hatta psikanalitik, siyasi, ekonomik? Batı'nın kimlik krizinin mahiyeti nedir?


[1] Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2005s. 182–183

Kertenkeleyi Öldürmeden Önce

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

Nazım Hikmet Kültür Merkezi kendi içinde kolektif bir çalışmayla, Hrant Dink anısına bir kısa film hazırlamış ve 27 Ocak 2009'da ilk gösterimi yapılmıştı. Adı Kertenkele. Film Hrant Dink'in bir yazısından yola çıkılarak görsel hale getirilmiş. Herkesin kendi hesabına bir pay çıkarması gerektiğini ve Rakel Dink'in "bebeklerden katil yapan sistem" serzenişini hatırlatan film, insanlar-kültürler-toplumlar arasındaki duvarların yıkıcılığını ve bu yıkıcı bilincin nasıl yeniden üretildiğini gözler önüne seriyor. Elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz ama burnumuzun tam dibinde duran bu yeniden üretim (yıkım) mekanizmaları öyle yerleşmiş ve sinsice işliyor ki, bir saniye durup üzerine düşünmediğinizde, yazmadığınızda ya da harekete geçmediğinizde sizi bile içine alıyor, kendine ortak ediyor.

Filmin adı benim için özel bir anlam taşıyor. Çocukluğumda başımdan geçen ve halen unutamadığım bir anım, bu filmden sonra yine yakaladı yakamdan bırakmıyor. Bir yaz tatili, köydeki eski evdeyiz yine. Bu yaz kafama koymuşum bir kertenkele yakalayacağım. Çocuk hevesi işte, bir kertenkele gördükçe hevesim canlanıyor, düşüyorum peşine, kaçırınca unutuyorum gidiyor. Fakat birgün bir tanesini tam yakaladım dediğimde elimde kala kala bir kuyruk kaldığında kıvrım kıvrım, o andan sonra ne çocukluğum kaldı ne saflığım. Nasıl da başladım irrasyonel hevesimi gerçekleştirecek rasyonel planlar kurmaya (Tarihte de başımıza en büyük felaketler irrasyonel amaç-heveslerin rasyonel planlarla gerçekleştirilmesinden gelmedi miydi zaten?). Bir kertenkele bulacak, onu ürkütmeden uzaktan sabırla takip edip bir anda yakalayacaktım. Peşinden çocuk gibi koşturmayacak, adam gibi bekleyecektim. Ve bir gün bir kertenkele daha gördüm, bir delikten bakıyordu sessiz sessiz ve ürkek. Ben de sessiz sessiz ve planımın gururuyla gittim bir patates (evet patates) aldım küfeden, başladım beklemeye. Patatesi kertenkeleye vurmak için kullanacaktım. Küçücük çocuğum; bir şeyi tutmak için onu öldürmek gerektiğine nasıl karar vermiştim acaba ya da vermiş miydim acaba? Kertenkele kafasını çıkarıp sokuyor ama istediğim elverişli pozisyona gelmiyordu bir türlü. Sonra gövdesini tüm açıklığıyla benim hevesime sunduğunda aniden indirdim patatesi kafasına. Çıkmayınca canı tam, indirdim bir daha ama ikinci darbeyi korkudan mı vurduydum, yakalama heyecanından mı yoksa panikten mi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o son darbeden sonra hareketsiz kalan kertenkeleye bir süre baktıktan sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamamdır. Öylece duruyordu yerde ve onu öldürmüştüm kendi elimle. Bilmiyor muydum öleceğini vururken ya da hevesimin sonucunu ve etkisini ancak görünce mi anlamış-hissetmiştim, tam da başına gelmeden anlamayan her çocuk gibi. Ne yaptım biliyor musunuz? Aldım kertenkeleyi az önce onu acımasızca öldürdüğüm elime nazikçe ve onu az önce çıktığı kovuğa, evine geri koymaya çalıştım küçücük katil parmaklarımla. Onu olabildiğince doğal görünecek şekilde bir ayağı yukarıda bir ayağı aşağıda, vücudunu sanki kendi kıvırmış gibi bükümlü yerleştirmeye çalıştım. Hala ağlıyor, yaştan buğulanmış gözlerimi bir kapayıp bir açıyor ve sanki onu orada ilk kez görmüşüm ve aslında canlıymış gibi hissetmek istiyordum. Nasıl da istiyordum şimdi yaşamasını, o kendine has hızlı hareketleriyle dilediği yere gitmesini, aynı bahçe içinde ikimizin birden var olmaya devam etmesini... Gözümü kapayıp bir süre bekleyip açtığımı ve onun hareketsiz bedenini her görüşümde, inanamayıp yaptığıma, ağlamaya, pişmanlığa, özürler dilemeye devam ettiğimi unutamam hiçbir zaman. Keşke, keşke bir durup düşünseydim (yazsaydım ya da harekete geçseydim) bu yıkıcı hevesimin üstüne. O zaman belki gerek kalmadan, öldürdükten sonra kertenkeleyi, ağlamama ve özürler dilememe; anlardım onunla aynı bahçede olmanın ne büyük zevk olduğuna da yapmazdım bu yaptıklarımı.

Peki, gelmedi mi zamanı burada, bu bahçede yaşayan koskoca insanlar olarak, şu çocukluktan kurtulmamızın; yaptıklarımızın, incittiklerimizin, öldürdüklerimizin arkasından ağlayıp, eyleyip, özür dilemeyi bırakıp da, bu yıkıcı duvarlara-mekanizmalara-heveslere karşı bir durup düşünüp, yazıp, harekete geçip de anlamamızın, gerek kalmadan pişman olmaya, ne büyük zevk olduğunu duvarsız-sınırsız-sınıfsız bir toplumda yaşamanın?

Kendiyle hesaplaşmaya hazır, pişmanlıklarımızdan sıkılmış olanlara harekete geçmenin ilk adımı olarak filmi izlemelerini tavsiye ederim.

Beşiktaş Taraftarına Mektup

Süha Karadeniz, Beşiktaş Taraftarı

2007-2008 1-2'lik Sivas maçı. Ankara'dan arkadaşım gelmiş, siyah-beyaz bir film varmış, stadda bir matem havası...İşinin gücünün ortasında Ankara'dan günübirlik maça gelen ve gece otobüse binip geri dönecek olan arkadaşımın açıklaması şuydu; "Böyle bir durumda takımımı yalnız bırakmamam gerektiğini hissettim. Gelmezsem olmazdı." Beşiktaş taraftarının takımıyla kurduğu ilişki işte böyle bir ilişkidir. "Sevinmek için sevmedik"in açılımı budur. Kendini takımına karşı sorumlu hisseder, Beşiktaş taraftarı. Her zaman gülmek, oynamak, sevgilisiyle buluşmak için değil; bazen ağlamak bazen de sadece gelmek zorunda olduğunu hissettiği için, sorumluluktan gelir stada. Kant'çıdır bir bakıma Beşiktaş taraftarı.

İşte işlerin iyi gitmediği o günlerde dolmuştu stad yine her biri huzursuz ama her birinin bir sorumluluğu da olan taraftarlar tarafından. Kendi başkanlarından daha ilkeli olan taraftar PAF takımını istiyor sahaya, "sözünü yiyen başkan" istemiyorlar. PAF takımını isteriz sesleri, yönetim istifa sesleri, Y.D. yeter sesleri... Bu işin 1. dakikası 90. dakikası yok. Taraftar her dakika bağırır, eğer gerekiyorsa. Ardından bir gol atıyor Beşiktaş.

(Şimdi buraya uzun bir parantez açmak istiyorum. Her taraftarın en büyük zevkidir uzun uzun "Gooooolll!!" diye bağırmak. İnsanları stadlara çeken en büyük motivasyon budur. Denir ya, “küfür etmek, deşarj olmak isteyen stresli insanların başvurduğu bir yoldur” diye; "Gooooolll!!" diye bağırmaktan daha deşarj edici bir şey olamaz stad sınırları içinde. Küfür, "Gooooolll!!" diye bağıramamış taraftarın alternatif yöntemidir. Beşiktaş taraftarının çekiciliği, bu alternatiflerinin (küfürlü - küfürsüz) çok yaratıcı, çok yönlü ve çeşitli olmasıdır. Ayrıca yukarıda söylediğim gibi diğer taraftarların büyük çoğunluğunun aksine sadece sevinmeye de gelmez zaten stada Beşiktaş taraftarı. Yine de "Gooooolll!!" diye bağırmaktır bir taraftarın en büyük mutluluğu. Bu yüzdendir ki , Sergen 100. yılda şampiyonluğu getiren golü (eski açıkta, tam önümüzde) attığında, (beşiktaş taraftarının gelmiş geçmiş en mutlu anlarından biridir) deşarj olmak ya da mutluluğunu ifade etmek için kimsenin aklına birilerine küfür etmek, ona buna sözle sataşmak ya da çok sevilen bir tezahürata başlamak gelmedi, herkes uzunca bir süre "Gooooolll!!" diye bağırdı sadece. "Kartal gol gol gol" tezahüratının anlamı da budur aslında. Takımından gol isteyen, uzun uzun "Gooooolll!!" diye bağırmak isteyen o taraftarın üç kısa "gol" ile boğazını patlatırcasına bunu beklemesidir bu tezahürat.)

Evet, Sivas'a golü attı Beşiktaş ama o en büyük tatmin, "Gooooolll!!" diye uzun uzun bağırma olmadı. Herkes (çoğunluk diyelim) o "Gooooolll!!" bağırışını boğazına düğümledi, içinde tuttu. Bu tutma, ağlamamak için kendini tutmaya ya da gıcık hocanızın stresli geçen dersinde arkadaşınızla aranızda o nereden çıktığı belli olmayan gülme krizinde kahkalarınızı tutmaya benzemez; belki biraz Cüneyt Arkın'ın Malkoçoğlu filmlerinde bir şekilde düşmanın eline düşüp, işkence gördüğü zamanki kendini tutmasına benzer. Düşman yarayı kanırtır, Malkoçoğlu düşmanına beklediği tatmini vermemek için tüm bedeni, yüzü acıyla titrese, sarsılasa da ağzını açıp gık demez. İşte kısa süreli bu tutmanın ardından taraftar "Y.D. yeter" diye bağırmaya başladı. Gol olmuş, gol diye bağırılmamış, en büyük tatmin başka bir amaç için ertelenmiş… Bu bir taraftar tarafından yapılabilecek en sert muhalafettir, kanımca. Maçı 1-1'e ve 1-2'ye getirenin bu tezahürat olduğu iddiası vardı ama bence yanlıştı. Çünkü golden sonraki "Y.D. yeter" tezahüratları yerini, 1-1'e kadarlık bölümün büyük çoğunluğunda "Aldırma Kartal" tezazüratına bırakmıştı zaten. Aldırma Kartal, ilkesiz başkanına aldırma Kartal, düzenin çarpıklığına aldırma Kartal, kötü hakemlere ve takımın kötü oyununa aldırma Kartal, başın öne eğilmesin. Beşiktaş tarafatarının Kartal dediğini de kimse üstüne alınmasın. Futbolcuların, yöneticilerin, teknik kadronun, her şeyin üstünde bir kavrama tutkundur Beşiktaşlılar. Bunların hepsini çıkardığınızda geriye kalan şeydir o. Bir televizyon programında bir Beşiktaşlı "Beşiktaş için her şeyi yaparım, Beşiktaşlılık için ölürüm" demişti. İşte böyle bir şeydi o tezahürat; şu futbolculara, yöneticilere, hakemlere, rakiplere aldırma Kartal. 1-1 ve 1-2'den sonra yine istifa sesleri... Maç bitiminde, "Bu tezahüratı yapanlar akşam başlarını yastığa koymadan önce uzun uzun bir aynaya baksınlar, neye alet olduğunu anlasınlar!" diye sitem edildi. Yani maç bu tezahüratlar yüzünden kaybedilmişti. Ben öyle düşünmüyorum ama diyelim ki öyle, yine de o maçı Beşiktaş'ın kazanıp kaybetmesinden daha önemli şeyler vardı; onlar için bağırılmalıydı. Eğer yanlış bir şey vardıysa, o da o akşam Y.D.'yi istifa ettiremememizdir diye düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Beşiktaş o gün o maçı kazanabilirdi de, (kaybetmesini niye isteyelim ki!) hatta keşke Beşiktaş maçı kazansaydı ve Y.D. yine de istifa etseydi. Ama işte hayat çok acı; bu ikisinin de tam tersi oldu. Sezon sonunda 2 kupa aldık ve sevindik tabi ama içimde bir ukte vardı hep. O zaman içinde ukte olmayayınız var mıydı, sorarım size? Daha sonra, ilginçtir, bu başkan, kendisi aleyhine taraftarları bağırtmamaya çalışan tribün liderlerinin stada girmesini yasaklattı. Daha sonra bu başkan dünya starlarını Beşiktaş’a transfer etti. Şimdilik, paçayı kurtardı.

Şimdi maçlara daha farklı geliyor Beşiktaş taraftarı. Tabi gelemeyenler de var. Cezai yasaklılar malum (kendisine karşı bağırmadıkları ve bağırttırmamaya çalıştıkları adam tarafından yasaklandılar), ekonomik yasaklılar malum (en ucuz bilet bilmem kaç lira, kapalı üst bilmem kaç lira). Ben hala, içime ta şeref tribününden oturan bir ukteyle izliyorum maçları, dışarıda bir yerlerde. Ekonomik yasaklılardanız çünkü...