4 Kasım 2010 Perşembe

Totaliter Demokrasilerde "Halka Güvenmek"

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora öğrencisi

            “Halkın sağduyusuna güvenin!”cümlesinin popülist bir politika aracı olmaktan ziyade bir anlamı var mıdır? Bu cümle (ve tam tersi de) sosyolojik anlamda basbayağı bir saçmalık değil midir?

Türkiye siyasetinin zaman zaman ön plana çıkan en önemli silahlarından biridir, “halka güvenin, kardeşim!” cümlesi. Bu son referandumun öncesi, sırası ve sonrasında da bu cümle yine zihinleri ve daha çok da ağızları meşgul etti ve tartışmalarda ya da yazılarında bu cümleyi kullananlara yine “alternatifsiz” bir zafer ve üstünlük sağladı; “Halkın sağduyusuna güvenin!”.

            Fakat, söyleyene tarifi imkânsız bir rahatlamayla zafer kazandıran, bu cümlenin anlamı üstüne düşünmeye başladığınızda iş biraz değişiyor. Cümlenin sosyolojide ya da siyaset biliminde bir anlamı, karşılığı gerçekten var mı? Ne demek acaba bu “halkın sağduyusuna güvenmek”?

            Referanduma kısa bir süre kala malum kanallardan birindeki bir konuşmacı (buna benzer sayısız örnekte olduğu gibi), “Aşırı uçları çıkarırsak, Türkiye’de %70’i oluşturan bir kitle var, bu kitle  sandıkta her zaman gereken cevabı vermiştir.” diyerek müjdeyi muştuluyordu. Bu yetmezmiş gibi, birçok sol görüşlü (ya da eskiden sol görüşlü olan) veya akademik ünvana sahip kişiler de seçim sonrasında halkın sağduyusuna güvenme temelinde yazılar yazdılar.
          
            Sandıktan bu sonuç çıktı, buna saygı duymak zorundasınız. Bu cümle totaliter demokrasilerin en sık kullandığı cümledir; çünkü sıklıkla referandum yaparlar. Ama bunun bile bir anlamı vardır, en azından. Der ki; bizim demokrasiden anladığımız bir niceliktir. Bir oy bile fazla alanın dediği olur (ve biz de o bir oy fazlayı almak için her şeyi yaparız). Bunun dışında kalanlar bu karara saygı duymak zorundadır. İyi ama, demokrasinin aslında o kalan %30’un sesleriyle zenginleşmesi gerekmiyor mu, asıl onların varlığına sahip çıkması gerekmiyor mu? Geri kalanlar saygı duymayıp da ne yapacaktı zaten? Ya da saygı duymuyorsa ne yapacak? Demokrasinin bir başka totaliter özelliği de burada yatar; saygı duymuyorsan ve sistemi değiştirmek istiyorsan bunu yine sistem içinde demokrasinin belirlediği yollarla yapmak zorundasın. Neoliberal-temsili-parlementer demokratik sistem dahilinde aday olacaksın, seçileceksin, vs. vs. (aynen Hitler’in yaptığı gibi). Çoğunluğu ele geçirdiğin anda, en demokrat sensin.

            Türkiye Cumhuriyeti de totaliter demokrasiyle yönetildiğinden, buna çok yakın uygulama, olay veya beyanla karşılaşabilirsiniz. Türkiye’deki anlayışta da, demokrasi halkın AKP’yi seçmesidir. Bunun dışında kalanlar buna saygı duymak zorunda olduğu gibi (ya da parti başkanının bağıra bağıra hazzzmedeceksiniz dediği gibi) karşı düşüncelerin, sistem eleştirilerinin, halkın bilinçlendirilmesi ihtiyacının dile getirilmesinin hepsi faşizm ya da totaliterliğin bir başka biçimidir. Sen kim oluyorsun da “demokratik” sonucu beğenmiyorsun; kim oluyorsun da halkı bilinçlendirme (artık bu en büyük totaliterlik ve halk düşmanlığıdır) gibi bir amacın oluyor. “Bu sonuca saygı duyacaksın!” cümlesinin anlamı budur. O halde az önceki sorumuza geri dönelim.

            Referandumun, tüm seçmenler bazında gerçek oranlarına göre; %20 küsür oy kullanmayan ve bunun çoğunluğu boykot olan yani bilinçli olarak oy kullanmayan “halk”, %30 küsür hayır oyu veren “halk” ve %40 küsür evet oyu veren “halk” var Türkiye’de. Merak etmeyin, ne “işte, bu sonuçlara göre asıl kazanan”ı açıklayacağım ne de oyların matematiğiyle ilgileneceğim. Benim üzerinde durmak istediğim konu halkın sağduyusunun yeriyle ve anlamıyla alakalı. Soruyu tahmin ediyorsunuzdur; hangi halkın hangi sağduyusuna güveneceğiz ve neden?

            Halkın sağduyusuna güvenme cümlesi, bir bakımdan “Tanrı vardır” sözüne benzer. Felsefi olarak tartışılabilecek (felsefi olarak derken, asla aşağı bir anlamda kullanmıyorum, “neden?” sorusu olmasaydı ne yapardık?) olan bu “Tanrı vardır” cümlesi, bilimsel açıdan “saçma”dır, çünkü ispatı yoktur. Halkın sağduyusuna güvenme cümlesinin de sosyoloji ya da siyaset biliminin alanına girdiğini söylesek herhalde karşı çıkılmaz. İşte bu alanda ve bu anlamda, bu cümle basbayağı “saçma”dır. Hangi temele-teoriye dayanarak, hangi varsayımla, hangi tarihsellikle bu iddiada bulunulduğunu anlamak mümkün değildir. Her bir insanın (bu yazıyı yazanın da okuyanın da) tek tek kandırılabildiği gibi, bir halk da kandırılabilir, çıkarları manipüle edilebilir, kısa vadeli çıkarını doğru hesap ederken uzun vadedeki çıkarlarını tahayyül etme konusunda zorlanabilir. Bunun hem tarihsel hem de teorik temeli mevcuttur. Halkın kandırılamaz bir “sağduyu”su olduğu fikrine, bu iddia sahiplerinin nereden kapıldıklarını açıklamaları gerekiyor. Halk, manipüle edilebilir ve bu olduğunda halk oylarıyla, mesela, Hitler’i seçebilir ya da “halk”ın bir kısmı sessiz sessiz ya da bağıra çağıra derdest edilip toplu halde bir yerlere götürülürken halkın “sağduyu”su, kendisi de derdest edilip götürülene kadar, bu duruma kayıtsız kalabilir ve hatta belki de bu durumu alkışlayabilir.

            Tüm insanlık tarihinin en amansız ve önemli sorularından birini sorarsak, durum daha da açıkça ortaya çıkacaktır: “Neden?” Üstelik bu “neden?”i cümlede istediğiniz kelimenin önüne de koyabilirsiniz;

1.)    Neden halkın sağduyusuna güvenelim?
2.)    Halkın neden sağduyusuna güvenelim?
3.)    Halkın sağduyusuna neden güvenelim?

İlk ve üçüncü sorulara (ikinci soruya daha sonra kısaca değineceğim), “halka güvenmeyeceğiz de, ya neye güveneceğiz?” gibi aslında “halkın sağduyusuna güvenin” cümlesiyle birebir aynı saçmalıkta olan bir şekilde cevap verilebiliyor. Aslında bu cevabın da bir katkıdan ziyade, ilk cümlenin tekrarı olduğunu anlamak zor değil. Fakat sadece hümanist-ajitasyoncu-popülist bir damar daha ekliyor tartışmaya. Diyor ki, “Sizi gidi halk düşmanı, fildişi kulesinde oturan pis entelektüeller sizi! Siz halkı hep böyle aşağılarsınız işte. Oysa biz halkın sağduyusuna hep güveniriz.” (İşte bahsettiğim hümanist-ajitasyoncu-popülist damar bu) Aslında olayın bununla alakası olmadığı çok açık. Çünkü “halkın sağduyusuna güvenmek” cümlesinin, “tanrı vardır” sözü gibi bilimsel açıdan “saçma” olduğunu söylemek, aynı zamanda “halkın sağduyusuna güvenmemek” cümlesinin de tıpkı “tanrı yoktur” sözü gibi “saçma” olduğunu söylemektir de. Yani bunların her ikisinin de sadece polemik anlamı vardır. Dolayısıyla “Halka güvenmeyelim!” cümlesi de, “Halka değil de neye güveneceğiz!” cümlesi de saçmadır ve polemik yapmak istemiyorsanız, yazınızda ya da konuşmanızda yeri yoktur.

Yine ilk ve üçüncü sorulara, “Tam tersi, yani halka güvenmemek, çok faşistçe ya da totaliterce” diye de cevap verilebiliyor. Ama yukarıda söylediğim gibi, saçma olan bir cümlenin tam tersi de elbette saçmadır. “Ben her zaman halkın sağduyusuna güvenirim” diyen popülist bir politikacıyla, “ben halka hiç güvenmiyorum” diyen bir elitistin elinde polemikten başka bir şey veya “neden?” sorusuna verebileceği doğru düzgün bir cevap yoktur.
“Daha iyi bir alternatifi olmayan” neoliberal-temsili-parlamenter demokrasi sistemi, bu alternatifsizliğinin ve bu sistem içinde bu üçlünün dokunulamaz olmasının rahatlığıyla halkın sağduyusuna her zaman güvenir. Neoliberal-temsili-parlamenter demokratik kod içinde kaldığınız sürece, kendinizi ifade etme (ve ifade etmekten başka bir şey istemediğiniz sürece) özgürlüğünüzü istediğiniz gibi kullanabilirsiniz; nasıl olsa sonuçta çoğunluğun sağduyusu gereken kararı veriyor.

Günümüzün totaliterliği, siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğünün kısıtlamasında değildir; bunları neoliberal ekonomik kod ve temsili-parlamenter demokrasi sistemi içinde yapmaktan başka yol bırakmamasındadır. Bu “demokratik süreç” ve özellikle de ekonomik kod dışındaki var oluş alternatiflerinin tabu haline getirilmesindedir, günümüzün totaliterliği. Evet, bu sorunlar da – örneğin Türkiye gibi ülkelerde – hala vardır ama bunlar son kertede neoliberal-temsili-parlamenter demokrasinin kaldıramayacağı, massedemeyeceği sorunlar değildir.

Küçük bir örnekle daha anlaşılır hale getirmek gerekirse; bir video paylaşım sitesinde krallıkla yönetilen bir ülkenin kralına (düşünün bir kere ülkenin kralı!) karşı videolar yayınlanmış-yayınlanabilmiş ve ülkenin kralı bu videoların kaldırılmasını istemişti fakat site yönetimi buna karışamayacaklarını belirtmişlerdi. Sonuçta o site o ülkede yasaklanmıştı. Bizim ülkemizde de bazı siteler benzer sebeplerle yasaklı. Bu durum, bazı ülkelerde hala siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğü konusunda sorunların olduğunu (yukarıda bahsettiğim gibi) gösteren en hafif örneklerden biri. Fakat örneğin Türkiye gibi “demokrasi” ile yönetilen ülkelerde er ya da geç bu sitelerin yasağı kalkacaktır. Bu haber beni çok etkileyen başka bir yönü var. Bir paylaşım sitesinden ülkenin kralını bile istediğiniz gibi eleştirebiliyordunuz ve o ülkede yasaklansa bile site yönetimi video içeriğine karışamayacağını söylüyordu. Ne özgürlük, ne potansiyel ama, değil mi? Fakat aynı paylaşım sitelerinde telif hakkı olan bir video izlemeye çalıştığınızda ne oluyor? Evet, internette her şeyi yapmanın bir yolu var ama bir ülkenin kralının bile eleştirildiği video içeriğine karışamayan siteler, söz konusu telif hakkı olduğunda içeriğe gayet karışabiliyorlar ve yasağı koyuyorlar. Yani asıl dokunulmaz olan krallar değil, telif hakları; yani siyasal – kültürel olarak istediğinizi söyleyin ama neoliberal ekonomik kodun dışına çıkmayın!

Kısaca, bu kodlar içinde hareket ettiğiniz sürece istediğinizi söyleyebilirsiniz; bu kodlara karşı olduğunuzu bile söyleyebilirsiniz. Ama ne zaman bir yerlerde bu kodlarla hareket etmeyi kabul etmeyen bir hareket, bir isyan, bir yapılanma, farklı bir arayış olsa, bu ya bölücülerin ya da utanmaz-uslanmaz, modası geçmiş sosyalistlerin, anarşistlerin işidir. Özellikle neoliberal ekonomik kodu kabul etmeyen ülkeler haydut ve tehlikelidir. Bu aşırı uçlar “çıkarıldığında” halkın %70’lik o sağduyulu kitlesi zaten asla böyle sağduyusuz hareketlere katılmaz. Ya da ne zaman sandığa giden insanların, yani halkın, eğitim durumunun, siyasal bilinçliliğinin geliştirilmesi ihtiyacı ile ilgili bir yorum yaparsanız, o anda halk düşmanı bir totailter olursunuz. Çünkü halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız. (Yukarıdaki ikinci soruyu hatırlayalım) Mesela, halkın eğitim seviyesine, örgütlenme becerisine, zekasına, siyasal hareketliliğine ya da bilinçliliğine, çalışkanlığına, kötü yönetime karşı ayaklanabilmesine, vs. falan değil de; halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız.

Halkı bilinçlendirme, halkın eğitim seviyesini ve siyasal farkındalığını artırma ihtiyaçlarından ve halkın örgütsüzlüğünden bahsetmeyi totaliter bir halk düşmanlığı olarak damgalayan, kayıtsız şartsız “halka güvenmek”, “halkın sağduyusuna güvenmek” gibi cümleler, popülist bir politika aracı olmanın yanında, tehlikeli bir muhafazakârlığın da işaretidir. “Muhafazakâr demokrat”sanız veya “neoliberal sağ” kamptaysanız bu cümlelerin bir değeri ya da amacı olabilir, sizin için. Kaldı ki, asıl halk düşmanlığı, halkı aşağı görme eğilimi bu cümlelerde gizlidir aslında. Yukarıda belirttiğim gibi, hiçbir şeyine değil ama belli belirsiz, neredeyse içgüdüsel diyebileceğimiz bir tavrına güveniliyor halkın; halk bu konuma indirgeniyor. Şahsen biri bana sürekli, sana ya da senin sağduyuna kayıtsız şartsız güveniyorum, deyip duruyorsa, bu o kişiden şüphelenmem için yeterli bir sebeptir. Sorarım ona; “Neden?” Evet, halkın sağduyusuna kayıtsız şartsız güvendiğini söyleyip duranlar halkçı değil; popülist muhafazakârlardır. Başka meziyeti yokmuş gibi bu halkın, sağduyusuyla vereceği oylara güveniliyor ancak.

Ama nedir bu sağduyu? Neye göre, neye karşı ve ne zaman harekete geçer? Neleri görür-yapar, neleri göremez-yapamaz? Halk sağduyusuyla, kendisine sunulan neoliberal ekonomik kodun, temsili-parlementer demokratik sistemin dışında bir seçeneği tahayyül edebilir mi, bunun için harekete geçebilir mi? Ya da halkın sağduyusu genellikle kendisine sunulanların peşinden mi gider? Yoksa, hatta, zaman zaman, yeterli aracı da elinde bulunduran tek bir adamın ağzına mı bakar bu sağduyu dediğiniz?

Halkın sağduyusunun yeri, bir adamda mı, %20’de mi, 30’da mı, 40’ta mıdır? Hangisine güvenelim? Bunlara cevap verirken demokratik incilerinizin dökülmemesine dikkat edin.

1 yorum:

  1. "halkın sağduyusuna güvenme" söyleminin ajitatif karakterini iyi yakalamışsın. siyasi rakibini "halkın kararına saygı duymaya" çağıranın hep kazanan taraf olması da durumu zaten yeterince gözler önüne seriyor.

    demokratik bir toplumda yaşamadığımız aşikarken, ki ben de bunu söylerken liberal tanımın yaptığı gibi "siyaset alanı"nın demokratikleşmesinden bahsetmiyorum, genel oy hakkı, hatta ifade serbestisi dahi tek başına bir şey ifade etmiyor.

    demokrasi konusuna ben de yavaştan girmeye başladım. şimdilik neyin demokrasinin söylem düzlemindeki egemenliğine değindim. ama önümüzdeki günlerde fırsat bulabilirsem demokrasiye olumlu bir anlam yüklemeye de çalışacağım - tabii bu "reeldemokrasi"nin bir eleştirisini de içerecek.

    bir ara bir bak istersen: http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/12/demokrasiyi-savunmak.html

    YanıtlaSil