30 Haziran 2014 Pazartesi

Bir direniş günü ve düşündürdükleri - 31Mayıs2014



Bir direniş günü ve düşündürdükleri

31Mayıs2014 günü istiklâlde direnişteydik. size o günümüzü anlatayım, sıkılmazsanız okuyun. biraz uzun ama...

o gün istiklâle ulaşmak, hangi istikametten gelirseniz gelin, fazladan bir 500m-1km yürüyüş gerektiriyordu. çünkü iktidar taksim çevresine devasa çapta bir polis barikatı çemberi oluşturmuştu. sanki bir diktatör harita üzerine eliyle gelişi güzel bi yuvarlak çizmiş, “burada, kuş uçma noktasında çok sıkı olacaksınız” demişti… yüz metrelerce önce başlayan aşama aşama polis barikatları, “ordan gidemezsin, şurdan dolan”, “e orası da kapalı”, “daha aşağıdan dolan” diyalogları vs. vs… görmeyen inanmaz, oh tanrım sizi inandırsın, şişliden taksime ve istiklalde de istisnasız her ara sokakta polis vardı. ara sokakları birbirine bağlayan ara sokaklarda da… yuh artık mı dediniz? evet, yuh artık!

üzerinde üniforma olmayan bıçkın delikanlılar bir ellerinde siyah poşetler içinde yepyeni son model gaz maskelerini taşırken (hani şu Somalı madenciye çok gördükleri maskeler) diğer ellerinde siyah coplarını sallaya sallaya geziyorlar. günün modası, Westpack ve Escape marka sırt çantaları… söylenen rakamlara göre 25.000 full teçhizatlı, vicdanı moral operasyonla alınmış robokop (ya da eski adıyla fruko), bilmem kaç tonluk, bilmem kaç tane TOMA, ilaçlı su, silahlar, gaz bombaları ve bunlara ek olarak, bir toplumsal muhalefet hareketinin üstesinden polis görünürlüğünü ve şiddetini artırarak gelebileceğini zanneden ortaçağ zihniyetine ama maalesef modern devlet imkân ve aygıtlarına sahip bir iktidar.

bunun karşısında ise biz… şort, kot, tişört, bluz ile donatılmış zırhlı birliklerimiz, fular ile desteklenmiş savunma sistemlerimiz, talcid-viks vs. tarzı kimyasal silah savıcılarımız ve bunların altındaki çırıl çıplak bedenimiz.

ara sokaklar tamamen abluka altında, istiklal caddesi üzerinde ise öbek öbek birikebilen gruplar dayanışma içinde ilerlemeye çalışıyor, sloganlar atıyor vs. ama herhangi etkili bir hareketin oluşması imkânsız. polis mevcudiyeti hiç görmediğim ölçüde. tüm ara sokaklar kapalı olduğundan bir kovalamaca esnasında sadece istiklâlden aşağı doğru ciğeriniz elverdiğince koşacaksınız.

tüm bunlara rağmen hiçbir çıkarı olmayan, gözaltı, tutuklama, yaralanma, sakatlanma, tehdit, taciz, organ kaybını göze almış insanlar direniyor.

(ölüm… ölüme uzun parantez… evet, öldürülenlerimiz de oldu; üstelik daha yeni… kadıköyde izinli mitingde kullanılan aşırı gaz ile Elif Çermik öldürüldü meselâ… veya polis biraz sıkıştığında silahına sarılıp Uğur Kurt veya Ethem Sarısülük gibi sizi başınızdan vurabilir ya da Ahmet Atakan veya Abdullah Cömert gibi kafanızdan gaz bombasıyla vurulabilirsiniz, hiç olmadı eve dönerken Ali İsmail Korkmaz gibi sokak arasında dövülerek öldürebilirsiniz çünkü “polislerimiz de nasıl sabır ediyor, hayret” ve “evde zorla tuttuğum bir %50 var”, evet, evet… ama bilmiyorum, ölüm aklından geçiyor mu taksime çıkanların? taksime çıkarken ölümü göze alarak çıkılıyor gibi büyük bir sözü şimdilik kullanmıyorum çünkü mısır’da mübarek’i götüren ilk tahrir meydanı direnişinde yabancı bir kanalda, sokaktaki bir mısırlı direnişçinin bir cevabını duymuştum. sunucu röportajın ardından son olarak bir soru sordu, sıradan bir soruydu bu, günlük bir soruydu, “evet, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye. mısırlı direnişçi, “i’m ready to die” demişti. ölmeye hazırım… naber, bugün napıcan gibi bir soruya, ölmeye hazırım diye cevap verdiğinizi düşünün… dediğim gibi, taksimde olmasa da öldürülenlerimiz oldu evet ve böyle bir ihtimal var belki ama taksime çıkarken ölümü göze alıyor olmak… bence orda değiliz ve umarım olmayız da… çünkü insanlar çıkıyor!)

bu cesaret, bu inat nerden geliyor anlamak zor. insanlık onuru denen şey böyle bir şey mi, sebebi bu mu bilemiyorum. sokağa çıkmasam ölürdüm, çıktım ama öldüm gibi bir durum… gelemeyenler onursuz felan demiyorum. herkesin yapabilecekleri ve yapamayacakları var ama buradaki insanları (ki yanlış anlaşılmasın, onların içine kendimi dahil etmeye cüret edemem) takdir etmeyip, onlara saygı duymayıp, bir kere bile orada-sokakta yaşanan baskıyı-zulmü-gerilimi yaşamadan eleştirenlerin hepsi bi hassiktir olup gitsinler (afedersin).

kısa bir turun ardından, istiklâlde toplanmanın mümkün olmadığını anlayıp cihangire doğru geçtik, firuzağa’daki duruma bakmak için. ne görelim, Firuzağa’nın ortasına bir TOMA oturmuş, sağanak çevik yığınağı altında demli çayını içiyor. genç elitler rahatsız, yol ağzında toplan(ama)mış insanlar TOMA’yla göz süzüyorlar.

Taksim Dayanışma’nın açıklama yapacağı duyurulmaya başladığında, eşim ve iki kadın arkadaşımı firuzağa’da bırakarak, dayanışmanın bulunduğu sokağa gitmeye karar verdim. cihangirden istiklâle yürüdüm. sokağı buldum ve aralarına katıldım. çevik sokağın istiklâl girişini kapatmış. sokakta bir avuç insan polisle, gaz bombalarıyla, copla, TOMA’yla burun buruna… ne için? meydanda açıklama yapılacak. yazının başından beri bütün bu yazdığım önlemler, bu OHAL o açıklamayı engellemek için. neresinden bakarsanız bakın bu iktidarın acizliğidir, başka hiçbir açıklaması yok. yuh artık mı dediniz? evet yuh artık!

daha sonra sokağın arkası da kapatıldı polis tarafından. sokağın arkası derken öyle uzun bir mesafe değil, 15-20metrede iki taraflı sıkıştırıldık. sloganlar aynen devam, TaksimDayanışma bayrakları dağıtıldı. grup korkusuz ve kararlı hatta zaman zaman neşeli. daha sonra öndeki polisler gaz maskesi taktı ve TOMA bilindik sesini çıkardı. müdahale olacak imajı… ama imaj deyip geçmeyin, kimi zaman da bu imaj sebepsiz yere, anında gerçekliğe dönüşebiliyor. bu gerilime ben 10dk. dayanabildim ve sokaktan çıkmaya karar verdim. arkaya doğru yürüdüm, polis sokaktan çıkmanın yasak olduğunu söyledi. yuh artık mı dediniz? evet, yuh artık!

polis - çıkamazsın, yasak. (çok net)
ben - böyle bir saçmalık olabilir mi? (hiçbir yere varmayan bir soru)
polis - … (çok net yüz ifadesi)
ben - birazdan müdahale olacak sokağın çıkışını kapatamazsın, suç yahu! (sesi yükselterek etki artırma çabası)
polis - … (çok net yüz ifadesi devam)

biraz bedenimle ve kolumla iteleyip kararlılığımı gösterince, “aman, iyi geç” şeklinde yasal iznimi de aldım polisten ve sokaktan çıktım. daha sonra, internete fotoğrafları düşen o yerde üstüste insanların olduğu sokak (büyük ihtimalle) orası. Benim gibi ordan çıkmayıp, kalmaya devam eden insanlar onlar işte… hepsine, aldığım nefese kadar köpek gibi borçluyum, borçluyuz.

istiklâl üzerinde yukarı aşağı dolanarak zaman zaman gruplara katıldım. sonra cadde üzerinde de gaz ve aşağı doğru koşuşturma başladı. ben bir ara sokağa girmeye karar verdim ve çiçek pasajının ve balıkçıların olduğu o sokağa polisin yanından geçerek girdim. benle birlikte birkaç kişi daha girdi. Sokağın başındaki ilk polis barikatı arkasında bir sıra daha polis vardı. gazdan etkilenmemek için sokaktan ileri doğru yürüyüp video kayıt almak için telefonumu çıkarırken o daracık sokağa, sokağın içine en az iki adet gaz bombası atıldı. tamamen sebepsiz. içeride iki sıra polis olan ve az sayıda insan olan bir sokağa yapılan saçma sapan bir saldırı. gaz gelince koşuşturmaca başladı ve ben yerimde kalıp çekim yapmaya çalışacaktım ama daracık sokakta bu mümkün olmadı ve geri çekilmek zorunda kaldım. bu sırada önümdeki çocuğun ayağına (ayakkabısına) bir şey çarptı, çocuk bir ah etti ama ciddi bir şey yoktu. yerde beyaz bir toz bırakan şey muhtemelen yerden seken bir plastik mermi idi. yuh artık mı dediniz? evet, yuh artık!

bütün bunlar insanları umutsuzluğa sürükledi ve artık herkes yavaş yavaş evlerine dö…

hayır, ilginç ama böyle olmuyor, insanlar eve dönmüyor, yaklaşık bir yıldır süren inatçı bir kararlılıkla devam ediyorlar… bir delik bulup tekrar istiklâle çıkılıyor. tekrar toplanılmaya çalışılıyor, tekrar gaz atılıyor, tekrar çıkılıyor, sonra tekrar gaz, tekrar direniş… o yüzden, şu yenilgi veya yenilgi psikolojisi gibi sözlere hiç itimat etmeyin derim ben. sokakta, çevremde hiç yenik adam-kadın görmedim daha (televizyonda, orda burda habire böğüren yenik adamı saymazsak). bütün gücüyle, şiddetiyle, modern aygıtlarıyla, neo-liberal sermayesiyle, ideolojisiyle, kültürüyle, medyasıyla, öldüre öldüre, sakataya sakatlaya, öldürenleri ödüllendire ödüllendire, kudura kudura devasa çelik presler arasında bizi sıkıştıran iktidarın karşısında halâ daha bi sıkımlık canının üzerine geçirdiği bir kot bir tişörtle onun karşısında dimdik duran bunca insan varsa, bu yenilgi felan değil, zafer için onur taaruzuna başlamış insanlar demektir. şu anki durumumuz en kötü ihtimalle yenişememe halidir… benim eşim, minicik bedeniyle (ve eşim gibi yüzbinlerce minik bedenli koca yürekli kadın) halâ robokopların karşısına geçmek için kendiyle savaşıyorsa, sokaklarda elinden, bedeninden geldiğince direniyorsa, hamile veya yeni doğum yapmış arkadaşlarımın evde otururken içi içini yiyorsa, kız kardeşim haber yaparken bedenini nasıl kullanırsa daha az insanın polis tarafından yaralanacağının hesabını yapıyorsa… kimsenin yenilgiden felan bahsetme, karamsar olma lüksü yok demektir.

istiklâlde etkin biçimde toplanabilmek mümkün değildi belki ama eminim birçoğunuzun videolarını izlediği bireysel deliler çıkıyordu sahneye bu kez. ben 2 tanesine şahit oldum GS lisesi civarında; biri tek başına polise karşı bağıra bağıra eleştirisini yapan ve daha sonra bunu bir tirada dönüştüren yaşlı bir adam, diğeri de telefonda birine dert anlatmaya çalışıyormuş gibi yapan (gerçekten öyle miydi emin olamıyorum ama adamın sinirden saçları bile titriyordu) ama aslında bağıra bağıra durumumuzu anlatan başka bir adamdı. bir polis gelip bu ikinci kişiye müdahale etmek isteyince, alkışlarla destek verildi ve polis etkisiz kaldı. Hatta sonra adam bağıra bağıra, dağ başını duman almış (gençlik) marşının başını felan da okudu. bir de şarkı söyleyen adamla, video selfi yapan çocuk varmış… onları da internetten gördüm.

çıplak adamı hatırlarsınız, geçen senenin en delisiydi. bu direniş hareketinin asla evcilleşmeyeceğinin, ele avuca hatta kavramsallaştırmaya gelmeyeceğinin en zirve örneğiydi. gecenin bir vakti, polis karşısında, istiklâl ortasında, çırılçıplak ve şeyini tuta tuta (afedersin) bağırıyor, “ulan müslüman mısınız siz be?! müslümanlık böyle mi olur?!” diyor polise… vay argadaş, neyse…

delileri de gördükten sonra bir posta daha yukardan aşağı kovalamaca yaşandı ve o sırada firuzağadan karaköye geçmiş olan arkadaşlarım ve eşimle buluşup kadıköye gitmeye, orda devam etmeye karar verdik. (evet, devam etmeye:)) karaköy iskelesinden kadıköy vapuruna bindik ama tuhaf bir anons; vapur kadıköye uğramayacakmış. Yuh artık mı dediniz? evet yuh artık!

Vapur eminönüne uğradıktan sonra bizi haydarpaşada bıraktı. bakımsız ama güzel haydarpaşa yanık çatısıyla bizi karşıladı. akşam olmuş, hava kararmış, üzerine vuran turuncu aydınlatmayı yadırgayan ama zerafetle kabul eden muazzam yapı bekliyor ve belli ki özlüyor eski günlerini, hey gidi l’orient express yılları… şimdi kapıları kapalı. türk iktidarının YHT çalışmasının sonucunu bekliyor merakla… otel mi olacağım, gar mı kalacağım?

geleneksel, “direnişten dönen vapurdan inme sloganları” başladı. insanların hiç de morali bozuk değil, aksine her sloganda daha artıyor coşku. sabahki haydarpaşa işgâlinden kalma polislerin tuzluk nöbeti devam ediyor ve yanlarından geçerken daha gür bağırıyoruz şimdi, “katil polis hesap verecek!”
bir vapur direnişten dönen insan şimdi bir vapur direnişçiye dönüşmüştü. bizi kadıköye götürmeyip, haydarpaşada bırakan salak iktidar tarafından zorla yürüyüş yapmaya teşvik ediliyorduk. bu teşvik layıkıyla değerlendirildi. haydarpaşadan çıkıp kadıköye rıhtım caddesinden girmek üzereyken sloganlarla trafiği kestik ve sağdan soldan katılımlarla sanki sıfırdan, sanki bugün hiçbir şey olmamış gibi yepyeni bir eylemi başlattık. Rıhtım caddesinin köşesine, bankaların olduğu yere gelindiğinde ise polis müdahalesi ve dağılma. Yel değirmeni tarafına çıkmaya karar verdik. orası hem direniş için iyi hem de soluklanmak için çünkü sevdiğimiz ve rahat ettiğimiz bir cafe var.

cafeye girdik, oturduk, şarjlanmaya ve nefeslenmeye başladık. biralanmamak için de bir sebep yoktu. açık bir tekel bulup, birkaç bira almak için dışarı çıktım. sokaktan ana caddeye çıktığımda yanan barikatları gördüm. dar cadde üzerinde yaklaşık 10ar metre arayla yanan 3 mini-barikat vardı. ne güzel! Eğer şu ana kadar hiç yanan bir barikatın tam arkasında durmadıysanız, bunu kesinlikle birgün yapın. hele arkasından polisin de görüldüğü son barikat… barikatın arkası sadece fiziksel değil, ki aslında fiziksel olmaktan çok, zihinsel bir sınır. orada hem kendi toprağınızdasınız hem de bunu dosta düşmana cayır cayır ilân ediyorsunuz. barikat gereklidir, güzeldir. orada durmak bir karardır, bir tercihtir, bazı şeylerden vazgeçiş bazı şeyleri de bir daha terk edememecesine kucaklayıştır. ilk kez duruyorsanız, bir dönüm noktasıdır. barikat arkasında durup polise bakmak, evet, ölmeden önce görmeniz-yaşamanız gereken on manzaradan biri… fazla bel bağlamayın tabi yanan mini-barikatlarınıza. bunlar polisçe kolaylıkla aşılır. dedim ya, asıl sınır zihinde…

tekeli buldum, girdim, aldım biraları tam çıkacam, hoop, kepenk kapandı! abi noldu? dememe kalmadı, önümüzden koşuşturarak geçen eylemcileri gördüm. polis kovalamacası başlamıştı anlaşılan. bir mahalleli daha vardı tekelde ve kepengi biraz aralattırıp dışarı çıkmak istedi, evi hemen şurdaymış. o çıktı… e, bari ben de çıkayım diye düşündüm, ondan biraz sonra da ben çıktım ve koşan grubun arasına katıldım. elimde bira dolu torba şangır şungur koşuyorum… şöyle bir arkama bakayım dedim, kimse ve hiçbir şey göremedim. yav neyden kaçıyoz böyle? iyice baktım yok… alla allaaa… önümü bir döndüm ki ne göreyim?! önümde-yanımda bir sıra sivil (salak şapkaları ve bir örnek sırt çantaları ve kendilerini asıl ele veren gözleriyle), onların önünde de bir sıra beyaz kasklı robokop! anaaam, direnişçi diye sivillerin arasına girmişim ya! polisle bir olmuş direnişçi kovalıyom! bunlar benim gireceğim sokağın köşesine ulaştıklarında yavaşlayıp durma eğilimine girdiler, ben onlardan biraz daha önce yavaşlamıştım zaten ve dağa taşa bakıyordum. 2 metre önümde polis, vurmak için adam ararken (gazla veya copla), ben, yani az önce onların yanında koşuşturan kişi, şimdi elimde bira torbası aylak adam numarası yapıyorum ama bu dayak yemeyeceğimin garantisi değil tabi. durmanın veya geri dönüp kaçmanın çok saçma olacağına kanaat getirip hiçbir şey yokmuş gibi dağa taşa baka baka içlerine yürümeye devam ettim… bir yusufçuk havalandı ki sormayın a dostlar... bunların arasından geçtim… önde koşan direnişçi gruba konsantre haldeler ama sokağın köşesinde de bakınıyorlar, tam sokağa dönüp girecem, çeviğin biri gaz bombacı olana aynen şöyle dedi, bizim cafenin sokağında ileride ne-kim oldukları belirsiz ama hiç de kaçmayıp gayet sakin ve sabit duran 3 insan silüetini göstererek;

- şurda da bi kaç kişi var, sık olm, sık sık!

yuh artık mı dediniz? evet, yuh artık!

sıkmadı. ön taraftan koşanlara kanalize olmuş beyni, bu tali tavsiyeyi değerlendirme sürecine alamadı ve öne koşmaya devam ettiler. ben sokağa girdim, bizim cafenin önünde duran potansiyel teröristlerin aslında sigara içen 3 tane fransız erasmus öğrencisi olduğunu gördüm. biraz ingilizce bilenine ve cafe yetkilisine durumu anlattım. içeri girip, cafenin ön cephesindeki ışıkları ve kapıyı kapatmaya karar verdiler. içeri girildi, kapı ve kepenk kapatıldı, sadece kapının önündeki kepenk açık bırakıldı, belki kaçıp buraya girmek isteyen olur diye… dışarıdaki ve içerideki ön cephe ışıkları kapatıldı. evde yokuuuz… cafenin en arkasındaki açık kısımda ve üst katta gizli gizli biramızı içtik; hani, olur muyuz, olmaz mıyız diye tartışılan iran var ya, işte oranın gençleri gibi…

yuh artık mı dediniz? daha demediyseniz, artık diyebilirsiniz, hatta sokağa çıkıp yuh diye bağırın bence!

Direnişle,

6 Haziran 2011 Pazartesi

AKP: Post-modernist İktidar

 Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

            AKP yaklaşık 9 senedir iktidarda ve bu süre AKP’nin iktidarını yürütme-sürdürme-yeniden üretme yol ve tarzlarını tahlil etmeye başlamak için yeterli bir süre. Analiz birçok açıdan yapılabilir. Burada yapılacak olan, AKP iktidarının, post-modernist öğelerle olan paralelliğiyle ele alınmasıdır. Yazının amacı tam anlamıyla akademik-bilimsel bir makale ortaya çıkarmaktan ziyade, sosyal bilimden uzaklaşmadan, onun analiz gücünden destek alarak bir tespitte bulunmaktır. Tespitlerin çoğu zaten daha önceden çeşitli çalışma ve yazılarda yapılmış olabilir fakat bunların postmodern yaklaşıma olan paralelliğiyle (özellikle yapıbozum) ele alınmasının yeni bir bakış açısı sunacağını ümit ediyorum.

 — Yapıbozum
            AKP iktidara geldiğinden beri ele aldığı neredeyse her konuyu yapıbozuma uğratıyor. Konuyu tartışmaya açarak, tartışılmasını sağlayarak, elindeki tüm araçlarla (zor gücü, organik aydınları, medyası… vs.) onu istediği tarafa yönlendirmeye çalışmanın da ötesinde bir durum bu. Aksi halde, bunlar zaten her iktidarın yaptığı şeyler denebilir. AKP’nin farkı, ele alacağı konuyu bozması, hakkında bir sürekli-tartışma yaratarak onun içini boşaltıp artık tartışılamaz hale getirmesidir (tartışılamazdan kasıt; tartışılamayacak bir üstünlük elde etme değil, tartışmanın hiçbir yere gitmemesine ve kendi içinde sürekli dönmesine sebep olacak bir boyuta kilitlenmesidir). Yapıbozum için bu tartışma ortamı yeterli değildir elbette. Bu sürekli-tartışmayla konunun temeli sarsılmaya başlar. Tartışmalar süre giderken, tartışmaya konu olan kurum ya da düzenlemeyi bu tartışmalara dayalı bir sürekli değiştirme içine sokarak, onun yapısıyla oynayarak onu bozmaya çalışmaktadır. Sadece bu “tartış(ama)ma ortamı”nın, “eskiden bunları konuşamıyorduk ortamı”nın demokrasi olduğunu düşünen, bu ortam yüzünden aslında hala daha nelerin konuşulamadığının farkında olmayan (paradokslar şampiyonu) liberal sol düşünce de bu ortamın destekleyicisi konumunda. Seçim döneminde ÖSS sisteminin değişemeyeceği ile ilgili iddialarda bulunan, değiştireceğini söyleyenleri hayalcilikle eleştiren AKP iktidarında sistemin, kat sayıların, hatta sınav sayısının bile kaç kere değiştiğini düşünelim. Ya da sosyal devletin gereği olan sağlık hizmeti ile ilgili tartışmalar ve sürekli değiştirmeler. Yapı sadece değiştiriliyor-yenileniyor mu yoksa bozuma mı uğratılıyor? Yapıbozumdan, yapının devamına ciddi tehdit oluşturacak krizlerin (sistem krizlerinin) meydana getirilmesini kastediyorum. SSK primi ödeyenlere zaten ücretsiz olması gereken muayenenin, ücretlendirilip bu ücretin vatandaşa eczanelerden ilaç alırken yansıtılması ve daha sonra tekrar eczanelerden bunun tahsil edilmesi gibi bir uygulama yapının değişikliği midir, bozumu mu? Sosyal devletin yapısını bozmakta mı, yenilemekte midir? Yargı alanındaki sürekli tartışma ortamı, yargının sürekli politik kararlar verdiği iddialarıyla onun yapısını bozma çalışmaları (üstelik bir yandan da bazı davalarda açıkça davayı savunduklarını ve onun arkasında olduklarını belirtip, yargının politik olduğuyla ilgili güçlü sinyaller vererek bu tartışmalara malzeme sağlamayı da ihmal etmeden). Dikkat edilirse şu anda Türkiye’de bütün kurumların yapısında, sisteminde bir kriz olduğu gözden kaçmaz. Halkın güven seviyesi her kuruma karşı ilk defa bu kadar azaldı. Seçim dönemlerinde veya kış aylarında yapılan yardımlar, neredeyse her konuda gündeme gelen referandum tartışmaları, cumhurbaşkanının halka seçtirilmesi… vs. Türkiye’deki sistemin, demokrasi ve sosyal devlet kavramlarının içeriğini tartışmalı hale getirmektedir.
            Postmodernist yaklaşımın en önemli araçlarından biri olan yapıbozum, modern Batı felsefesinin kavramlarını ve özellikle ikiliklerini – ikili karşıtlıklarını geçersizleştirmeye, işlevsizleştirmeye yönelir. İyi-kötü, erkek-kadın, yüksek kültür-halk kültürü, heteroseksüel-homoseksüel, vs. gibi ilki lehine bir hiyerarşi içeren tüm ayrımları, bir nevi pozitif ayrımcılık yaparak ikincinin de “tanınması” yoluyla ortadan kaldırmayı hedefler. Bunu genellikle ilk kavramı metinselleştirerek (… nedir? ile başlayan ve bir “gösterilen”e ulaşmaktan ziyade “gösteren”ler arasında salınmayla devam eden süreç), metinlerarası bir okumaya tabi tutarak, onun anlamını “sonsuza kadar öteleyerek” yapar. Yani aslında ilkinin reddi, ikincinin tanınması olarak işler, bu mekanizma. AKP iktidarının sosyal devlet, demokrasi, laiklik, ilerici-gerici, üst kimlik-alt kimlik, üst kültür-halk kültürü gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını oluşturan kavram ve ikiliklerin her biri üzerindeki dekonstrüktif faaliyetini sayısız vaka ile örneklendirebiliriz.* Hatta nitelik olarak biraz daha farklı bir ayrım olsa da solcu-sağcı ayrımının da bu bozucu faaliyetten nasibini aldığını söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti metinselleştirilebilir, anlamı (ya da anlamını oluşturan kavramlar, yapılar) metinlerarasında sonsuza kadar ötelenebilir ve yapıbozuma uğratılabilir mi? Bir ülkenin yapıbozumu mümkün müdür? Bu işe neden girişilir?

            — Politika oyununu oynamama -
AKP politika yapmadan (pratik politika oyununu oynamadan) politika yapan bir parti. Politika oyunu derken pratik politikanın yapılış dinamiklerinden bahsediyorum. AKP bu politik oyunu, bayağı oyuna çeviriyor; kendi politikasız oyununu oynuyor. Ne zaman muhalefet, siyasi bir manevra yapsa, iktidara karşı olan bir gruba yakınlık gösterse ya da bir konuyla ilgili eleştiride bulunsa, AKP’nin konuya karşılığı siyasi bir manevra ile cevap vermekten çok bu yapılanın sadece bayağı bir oyun olduğunu kamuoyuna şikâyet etmektir. Muhalefet türlü oyunlarla sadece iktidarı yıpratma amacındadır. Hatta başbakan birçok kez muhalefetin yaptığı ve söylediği şeylere aslında kendilerinin de “inanmadığını” sadece oyun oynadıklarını, oyunculuk yaptıklarını dile getirmiştir. İşin ilginç yanı, pratik politika zaten böyle bir iştir. İktidarın bazı uygulamaları olur, bunların yararı veya zararı olur, zarar görenler iktidara karşı direniş gösterirler, bu direniş muhalefetin siyasi görüşüne paralellik gösteriyorsa muhalefet bu hareketi benimser ve destek vererek iktidara yüklenir. AKP ve özellikle başbakan bu politik oyunu oynamıyor, politika oyununun yapısını bozuyor ve bunların hiçbir anlamı olmayan bayağı oyunlar olduğunu söylüyor.
AKP’nin kendi politik duruşuna baktığımızda da bu yaklaşımı görebiliriz. Post-modernizm gibi AKP’nin de neo-liberalizm dışında tutarlı bir ideolojisi yoktur. Neo-liberalizmin sürmesi dışında bir “büyük proje” yoktur. AKP’nin pratik politikadaki tek amacı tek parti iktidarını sürdürecek oy potansiyelini korumaktan ibarettir. Bu politikasız politika sayesinde muhalefetin de politik oyunlarını bozmakta, ortada siyasi bir manevra yapacak alan bırakmamakta ve herkesin çok sevdiği “alternatifi olmama” sıfatına ulaşmaktadırlar, aynen neo-liberalizm gibi. Mesele AKP’nin alternatifi olmaması değildir; asıl mesele siyasi manevra yapacak alanın kalmamış olmasıdır çünkü iktidar için her şey bir oyun. AKP’ye karşı gerçek muhalefetin önce bu sorunu çözmesi gerekmektedir.
Tekrarlayacak olursak, AKP’nin alternatifi yok değildir (neo-liberal muhafazakârlığın veya muhafazakâr neo-liberalizmin bir sürü alternatifi var), fakat önce siyasi manevra alanının açılması gerekmektedir. Siyasi hareketin yapılacağı alan da aslında apaçık ortadadır; ekonomi. Ama büyük şirketlerin ekonomisi değil, sıradan insanların ekonomisi.
AKP tam bir “söylem” partisi, sürekli söylem üretmekte, uygulamalarına karşı olan her eleştiriye, eyleme, direnişe de “söz” ile karşılık vermektedir. Sözün bittiği yerde de siyasi bir manevra yerine zor gücünü kullanmakta çekinmemektedir. TEKEL işçilerinin direnişini “ideolojik” bulan AKP yönetimi (artık bu kelimeyi, bir düşünce ya da eylemi kötülemek için kullanıyorlar), yetim hakkını yedirmeyeceğini söyleyerek karşılık veriyor ve uygun gördükleri süre dolduğunda da artık bu söz oyunundan sıkılıp zor gücüyle harekete geçeceğinin sinyalini veriyor. Sonunda ne oluyor? AKP yine hiçbir şey yapamamış sadece konuşmuş olarak kalıyor. Ama geriye yetimin hakkı tartışmaları kalıyor ve asıl sorunlar her zamanki gibi öteleniyor. Küresel krizi bile tek bir kelimeyle atlattı başbakan. Teğet! Ekonomi artık somut-maddi üretim süreçlerinden kopmuş ve soyut-piyasa süreçlerine bırakılmış olduğu için tabi “söz”le yönetilebiliyor ülke.
Fakat AKP’nin sadece söylem partisi olduğu iddiası ekonomi alanında geçerli değildir. AKP’nin tutarlı bir şekilde somut harekete devam ettiği tek alan ekonomidir. Neo-liberal düzenlemeler, piyasa ekonomisinin, banka sektörünün aşırı gelişmesi, özelleştirmeler, vs. tutarlı bir şekilde devam ediyor. Özellikle, üretim yapan orta ve küçük birçok şirket batarken özel bankaların sapasağlam ayakta olması da bu yüzden, bu bankalarla övünüp durmak da bu yüzden. Yukarıda siyasal hareketin ancak ekonomik alandan çıkabileceğini de bu yüzden belirttim. AKP’nin söylemden ziyade ısrarlı-tutarlı eylemde bulunduğu tek alan bu çünkü.
Peki, pratik politika amacı oy’unu ve oyun’unu korumak olan ve bu alanda manevraya izin vermeyen AKP’nin büyük politik amacı nedir, var mıdır? Bu soru post-modernist düşüncenin de karşılaştığı en önemli eleştirilerden biridir; post-modernist ilkeler altında post-modern sosyal teorinin amacı var mıdır? AKP’nin uyguladığını iddia ettiğim yapıbozumun şu anda nasıl bir işlevi ya da hedefi olabilir diye düşünüldüğünde; kuruluşunda anti-emperyalist olan ama zorunlu olarak anti-kapitalist olmayan ve Batı kapitalizminin küresel işleyişine büyük bir engel olmayacak (hatta uzun vadede katkısı olacak) olan Türkiye Cumhuriyeti’nin “yapı”sı ve Kemalist-ulusalcı zihniyet, çağımızda kapitalizmin yeni gelişme şekli olan neo-liberalizmin hiçbir zorluğa maruz kalmadan serpilmesinin önünde engel teşkil etmeye başlamış olabilir ve bu durumda bu yapının bozuma uğratılması gerekmiş olabilir; fikri çok da mantıksız gelmiyor.

-         Geçici uzlaş(ma)ma noktaları
            Bir ülke ya da ulusun kurulma sürecinde ortak tarih bilinci, ortak amaç ve bunlara ters düşüp bunları engellediği iddia edilen ortak düşman oluşturma ve bunun karşısında birlik ve beraberliği sağlama gibi stratejilerin benimsendiğini biliyoruz. Hatta çoğu iktidar bu ortak düşmanı zaman zaman yeniden çağırır, canlandırır ve iktidarını perçinlemeye çalışır. AKP’nin bu konudaki farkını da Laclau ve Mouffe’ta bulabiliriz. Onlar toplumun “istikrarsız bir farklılıklar sistemi halinde söylemsel olarak” kurulduğunu söylerler ve bu farklılık ve istikrarsızlık içindekilerin bir araya gelebileceği geçici istikrarlılık noktalarını teorileştirmeye çalışırlar.[1] AKP, farkında olarak veya olmayarak, yukarıda bahsi geçen toplum tanımına çok paralel bir yönetim sergilemekte ve geçici noktaları oluşturma konusunda çok başarılı hareket etmektedir. Tek bir farkla; geçici uzlaşmama noktaları, geçici düşmanlar oluşturarak. AKP sürekli düşman yaratmakta ve yeniden yaratmaktadır. Bu düşman karşısında kendi kitlesinin birlik ve beraberliğini sağlamaktadır. Fakat uzlaşmama noktaları, dolayısıyla yaratılan düşman ve dolayısıyla yaratılan birlik geçici olduğu için sürekli ve her alanda bu üretime ihtiyaç vardır. Eski iktidarların kurduğu dost-düşman ayrılıklarının daha sabit değerler üzerinden olmasının sebebi (genellikle ideolojik olan) ortak amaç kavramıdır. Fakat post-modernizm ve AKP bu “nihai amaç”ları, “ideolojik yaklaşım”ları, “büyük anlatı”ları pek sevmez. AKP’nin sürekli ürettiği ve unuttu(rdu)ğu bu geçici uzlaşmama noktalarının amacı da dolayısıyla “kurucu”, “büyük”, “ideolojik” olmaktan ziyade yukarıda sözünü ettiğim gibi oy odaklı olabilir.
AKP’nin halen “gerçek” amacının ne olduğunun anlaşılamamasında bu durumun da payı vardır. Solcu bakışın gözden kaçırmayacağı, neo-liberalizmin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi amacının dışında, her konuda büyük tartışma yaşanmaktadır. AKP demokrat mı yoksa şeriat özlemi çeken irticacı mı? AKP şu ana kadar yarattığı hiçbir geçici uzlaşmama noktasındaki dostlarının sonuna kadar arkasında durmamış, düşmanlarının da sonuna kadar arkasından kovalamamıştır. Ne zaman ki AKP, farkında olarak ya da olmayarak devam ettirdiği bu sürekli geçici üretimden vazgeçer veya üretemez hale gelir, işte o zaman AKP’nin ne olduğu ve ne yapmak istediği, seçmek durumunda kalacağı sabitten anlaşılacak ve aslında bu olduğu anda da AKP’nin alamet-i farikası ortadan kalkacaktır.
            Yukarıda belirttiğim AKP’nin söylem partisi olması ile bu geçici uzlaşmama noktalarının kesiştiği yerde AKP’nin “sürekli mağduriyeti” yer almaktadır. 8 yıldır iktidarda olan AKP 8 yıldır mağdur. AKP sadece söyleyebiliyor, eyleyemiyor çünkü sürekli karanlık bir güç tarafından engelleniyor. İktidardayken mağdur olma – muhalefet yapma becerisini gösteriyor AKP. Yaratılan tüm geçici uzlaşmama noktalarında AKP hep mağdur olan, engellenen tarafta. AKP iktidarı başlattığı hangi tartışmada konunun sonuna kadar gidip işi neticelendirmiştir? Darbe düşüncesi içinde olanlara karşı mı AKP? O halde darbeyi sadece düşünen değil bizatihi yapan kişiyi yargılamak neden “sulu şaka” olsundu ki. Başbakanın bir ara “bizi kızdırmasınlar açılımı sil baştan yaparız” dediği demokratik açılım da yine sadece söylem olarak kaldı. Başbakan bir gün açılım yapıyor, bir gün “sinirlendirmesinler sil baştan yaparım” diyor; bir gün Ermenileri kovuyor, bir gün Roman açılımı yapıyor. Başbakanın zaten konuyu böyle açıp kapatıp, sil baştan yapabileceğini düşünmesi de, bunu sadece söylem olarak gördüğünü gösteriyor. Sil baştan yapılacak olan şey açılıma dair bir hareket değil (zaten başlatılan bir hareket nasıl sil baştan olacak?), tartışmanın kendisidir ancak. Her şey söylem düzeyinde olduğu için gün aşırı değişebiliyor hükümetin tavrı.

— Sinizm ve septisizm
            Bütün bunların sebep olduğu ve bütün bunların olmasında da etkisi olan sinik-septik tavır, AKP ve post-modernizm arasındaki bir diğer paralellik. Post-modernist yaklaşımın, modern bilime ve akla olan karşıtlığının din adamları tarafından nasıl da ustalıkla kullanıldığını biliyoruz (modern bilimsel bilgiden şüphe edilebilir, hatta edilmelidir, ama din bir kimlik, bir vicdan özgürlüğü olduğu için eleştirilmemeli, korunmalıdır). Özellikle fen bilimleri alanındaki post-modernist yapıbozum, bilimsel bilgi dışında başka bilgi türleri ve varlıklara alan açmaktadır. Türkiye’nin bilimsel bilgi üretiminin kalesi olan TÜBİTAK’ın yapısı bozulmaya çalışılırken de, eğitim sistemi ve müfredatın içeriğiyle oynanırken de bu tartışmalar kullanıldı. Bu sinik-septik tavır AKP’nin sadece bilimsel bilgiye karşı değil, politika ve ideolojilere de karşı kullandığı bir araçtır. Bu elbette sadece AKP’nin kendine has karakteristik özelliği olmaktan çok dönemimizin özelliğidir tabi ama AKP de bunu gayet benimsemiştir ve sonuçta bir paralellik daha ortaya çıkmıştır. AKP, politikaya, bilime, ideolojilere, muhalefetin her türlü siyasi manevrasına, halktan gelen herhangi bir direnişe, harekete, yürüyüşe hep bu sinik-septik tavır ile karşılık vermiştir.

            — Sonuç -
            Bu yazıdan, mevcut düzen ve yapının korunması gerektiği ya da ondan memnun olunduğu anlamı kesinlikle çıkartılmamalıdır. Yazı, AKP’nin yapıbozumcu bir söylem partisi olduğunu ve Türkiye’yi bir yere götürmekten veya statükoyu olumlu yönde dönüştürmekten ziyade sadece post-modernist bir küresel düzenin devamına (yani neo-liberal çatı altında özgürce(!) kendini ifade eden – ifade etmekten fazlasını istemedikleri sürece – farklılıklar festivali) yarayan bir araç olduğunu göstermeyi hedeflemektedir. Bu yaklaşım tarzını elbette AKP icat etmiş değildir. Onun yaptığı bunların bir ülkeye uygulanmasıdır. Post-modern kimlik-farklılık siyasetinin özgürlük ya da demokrasi getireceği fikri rafa kalkmak üzereyken, biz tam da bu tartışmanın ortasında buluyoruz kendimizi. Kimlik siyasetinin toplumun gerçekten ezilen, gerçekten dışarı itilmiş sınıfı için ya da hatta demokrasi için bile bir yararı olup olamayacağı konusu üzerinde yaygın bir kabul kalmamıştır.
            Postmodernizm, modern Batı felsefesindeki kavram ve ikilikleri reddediyor ve bunu da özellikle ikincinin tanınması yoluyla yapıyor dedik. Fakat bu “ikincinin tanınması” süreci ilk çıktığındaki demokrasi umudu coşkusunu kaybetmiştir. Tanınmanın doğrudan demokratik bir hak kazanma süreci yaratmadığı ortaya çıkmıştır. Postmodernizmin “büyük amaç”lara karşı olması sebebiyle, bu tanıma faaliyetini de herhangi büyük bir değer için değil sadece tanımanın kendisi için gündeme getirdiğinden ve tanınmanın arkasında ve altında ona temel oluşturabilecek bir değer-amaç olmadığından dolayıdır ki, sonuçta ortaya sadece farklılaşmış ve farklılıkları duyurulmuş birçok kimlik çıktı ve öylece ortada kaldılar.* Bu farklılıkların ortaya çıkartılıp tanınmasının kültürel bir kaynaşma, bir alış-verişten ziyade, iletişimsizlik ve düşmanlığın güçlenmesine sebep olduğuna dair bir literatürün de gelişmeye başladığını belirtelim. İkili karşıtlıkların yapıbozumu henüz demokratik bir sonuç doğurmamıştır.
Kendisi de post-modern teorinin önde gelenlerinden olan Baudrillard, bir düşünceyi sınamak için onu mantığının sınırlarına doğru zorlamak gerektiğini ifade eder ve tüketim toplumu mantığının sonunun, aşırı-sebepsiz-sürekli tüketim ile gelebileceği tezini ileri sürer. Peki, AKP’nin söylem mantığının sınırlarına doğru ilerlersek; ezilmiş, kenara itilmişlerin demokrasi savaşçısı olduğu söylenen ve bu yüzden de sürekli mağdur pozisyonundaki AKP, farklılıkları, farklı kimlikleri, ezilmişleri (gay ve lezbiyenler, ateistler, yeşiller, öğrenciler, kadınlar… vs.) sadece sözle bile olsa hangi noktaya kadar savunabilecektir? Mağdur siyasetini nereye kadar sürdürebilecektir, hangi konulardaki mağdurların yanında yer alamayacaktır, almamıştır? Kadın-erkek eşitilğiyle ilgili tutumunu muhafazakarlığıyla açıklaması veya “Cumartesi Anneleri” ile ilgili tutumu manidar değil mi? Alkol ile ilgili demokratlığı da malum olan başbakanın bu muhafazakarlığı ileride daha nelere engel olacaktır? Sinik-septik tavrını gösteremeyeceği alanlar hangileridir? AKP ne zamanki bu söylem üretimine devam edemez hale gelir ya da (ekonomi dışındaki) bir konuda gerçekten bir şey yapmak zorunda kalırsa, işte o andan itibaren alâmet-i farikası ortadan kalkacak ve güzel günlerinin sonu gelecektir.

- Vaka -
İlginç bir şey oldu. Bu yazı (bazı çok küçük ekler dışında), Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından istifasından önce yazılmıştı. Deniz Baykal istifa etti ve yerine, Kemal Kılıçdaroğlu geldi. Yukarıda belirttiğim “siyasi manevra alanı”nı Baykal, kendini dışarıya atarak ortaya çıkardığı boşlukla oluşturdu. Bu siyasal manevra alanının, fiziksel bir yerinden olmayla açılabileceği kolay kolay akla gelmezdi. Bunun sonucunda AKP’ye karşı, özellikle başbakana karşı, her zaman kaybettiği (AKP’nin oluşturduğu verili oyun kuralları içinde kaybetmeye mahkûm olduğu) söylem oyununu, otantik eylemiyle kendini yok ederek kazanmış oldu. Bu Kılıçdaroğlu’na başlangıç için bir avantaj sağladı. Fakat bence daha önemli olan Kılıçdaroğlu’nun ne yapacağıydı. Kılıçdaroğlu’nun kongre konuşması ve daha sonraki günlerdeki gelişmeler şunu gösterdi; yukarıda söylemiş olduğum şeyin, yani, siyasi manevra alanının aslında apaçık ortada olduğunun ve bunun da büyük şirketlerin değil, sıradan insanların ekonomisi olduğunun Kılıçdaroğlu da farkında. Baykal’ın açtığı alanı Kılıçdaroğlu doğru tezle doldurdu. İlk ve en büyük vurguyu bu konuya yaptı ve tavizsiz bir şekilde yapmaya devam etmeli. Sosyalist bir partinin teorisini ve pratiğini uygulamasını bekleyemesek de, ilk konuşmasındaki bazı somut konular (%10 barajı, aile sigortası, ILO kriterleri, dokunulmazlıklar, kesin bütçe komisyonu, vs.) AKP’nin eski oyunu ile geçiştirebileceği konular değil gibi görünüyor. Elbette henüz çok erken ama başlangıç olarak doğru.
Bu yazıda geçen bir başka şeyle ilgili de etkili bir hamle yaptı Kılıçdaroğlu. Dili değiştirdi. CHP’nin söylemini ve dilini değiştirerek, AKP’yi savunmaya çekti. Yeni bir dönemin açıldığını insanlara sembolik olarak da göstermek için yeni bir hitap kullandı. İşi daha da büyüten şey, AKP’nin ve başbakanın da bu durumun farkında olması. Bu sefer durumun farklı olduğunu anladılar. Bu hareketi politika oyununu oynamayarak, sözle geçiştiremeyeceklerinin onlar da farkındalar ve bunu belli etmeyecek siyasi tecrübeye de sahip olmadıklarından telaşları yüzlerinden ve sözlerinden okunmaya başlandı. Başbakan 12 Eylül oylamasında evet çıkması için ağladı bile! Neden telaşlandılar? AKP artık tutarlı olarak arkasında duracağı bir siyaset (özellikle iç siyaset) belirlemek zorunda kalabilir ve eğer yukarıdaki tezim doğruysa, böyle bir siyasetleri yok. Telaşın sebebi bu olabilir. Ortadoğu’da büyük oyuncu olma* dış siyasetini de Davutoğlu’nun tüm çabalarına rağmen ne kadar ve ne tutarlılıkla sürdürebilecekleri şüpheli.
CHP'den beklenilen elbette sosyalist bir program değil. Ama Kılıçdaroğlu'nun bu vizyonunun önce CHP'nin, daha sonra da Türkiye'nin siyasi dilini ve eğilimini sola doğru çekmeye başlaması; sol politikaya alan açması gerçekleşebilecek olumlu bir sonuçtur.
Peki, yukarıda belirttiğim sonuç ortaya çıkacak mı? AKP söylem oyunundan, politika oyununu oynamama oyunundan vazgeçmek zorunda kalıp belli bir siyasetin arkasında durmaya çalışarak alameti farikasını kaybedip yok olacak mı? Başbakan şimdiden (yine sadece söylem düzeyinde olmakla birlikte) bir kat daha derin bir statükocu-muhafazakâr-islami-milliyetçi söyleme girmeye başlamış gibi görünüyor (Cibilliyet meselesi, alkol konusundaki çıkışı, kadın-erkek eşitliğine “muhafazakarlığından” dolayı inanmadığını açıklaması, soy sop göndermeleri, af çağrısına karşı şehit anaları vurgusu yapması, baraj indirimine karşı koalisyonların başarısız olduğundan ve “tek parti” başarılarından bahsetmesi, mitinglerinde artan islamcı-milliyetçi söylemleri, "Bırakın herkes istediği gibi giyinsin yahu", cümlesinin hemen ardına "ama yeter ki genel ahlak kuralları içinde olsun" cümlesini eklemesi, vs.). Bunun devam edip etmeyeceği ve bu yazıdaki öngörünün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zamanla göreceğiz.


* Bu cümleden, mevcut yapının korunması gerektiği fikri kesinlikle çıkmamalıdır. Postmodernizmin ve AKP’nin ilk bakışta demokratik görülen bu yaklaşımının (ikilikleri, ilkini reddedip ikincisini tanıyarak ortadan kaldırma) eleştirisi için sonuç bölümüne bakınız.
[1] David West, s. 237
* Açılımın adının önce Kürt açılımı olması ardından demokratik açılım olarak düzeltilmesi çok manidardır. İlk anda postmodern sürecin birebir yansıması olarak, üzerinde düşünülmeden ve içinde bulunulan durumun doğallığıyla Kürt açılımı denmiştir. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi olay sadece kimliğin tanınmasından ibarettir. Daha sonra bu durumun yarattığı sakıncalar göz önüne alınmıştır. Yani bu durumun zorunlu olarak demokratik bir sonucunun olması gerekmediğinin anlaşılması sakıncası ve tanınmanın bu şekliyle ele alınmasının kültürler arasında bir uzaklaşmaya sebep olabilme sakıncası. Pratikte eksikliği hissedilen demokrasi, bir kez daha lafta gündeme gelmiş ve Kürt açılımının adı demokratik açılım olarak değiştirilmiştir.
* Ahmet Davutoğlu, AKP bünyesinde kafasında bir büyük siyasi proje olan sayılı etkili insandan biri. Onun uygulamaya çalıştığı realist politikası ve Ortadoğu ve Arap dünyasında lider bir Türkiye vizyonunun, AKP için bir gömlek büyük olduğu bazı olaylarda su yüzüne çıkıyor. Başbakanın, bakanların ve bazı yetkililerin Davutoğlu’nun aklındakini gerçekleştirebilecek kapasitede ve realist politika uygulayabilecek donanımda olmadıkları zaman zaman yapılan işlerle ortaya çıkıyor. Ermeni konusundaki “Ben bir şey yaptım” tartışmaları, İsrail konusundaki söylemler, vs. Davutoğlu ne kadar akılcı (onaylamadığım bir yönde ama akılcı ve hesapçı) hareket etmeye çalışıyorsa, başbakan da sanki o kadar işleri sarpa sardıracak eylem ve söylem içine giriyor. Tabi iç politikada eskiden tutan bu tavır, dış politikada (Bazı Arap ülkeleri hariç) o kadar da tutulmuyor.

4 Kasım 2010 Perşembe

Totaliter Demokrasilerde "Halka Güvenmek"

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora öğrencisi

            “Halkın sağduyusuna güvenin!”cümlesinin popülist bir politika aracı olmaktan ziyade bir anlamı var mıdır? Bu cümle (ve tam tersi de) sosyolojik anlamda basbayağı bir saçmalık değil midir?

Türkiye siyasetinin zaman zaman ön plana çıkan en önemli silahlarından biridir, “halka güvenin, kardeşim!” cümlesi. Bu son referandumun öncesi, sırası ve sonrasında da bu cümle yine zihinleri ve daha çok da ağızları meşgul etti ve tartışmalarda ya da yazılarında bu cümleyi kullananlara yine “alternatifsiz” bir zafer ve üstünlük sağladı; “Halkın sağduyusuna güvenin!”.

            Fakat, söyleyene tarifi imkânsız bir rahatlamayla zafer kazandıran, bu cümlenin anlamı üstüne düşünmeye başladığınızda iş biraz değişiyor. Cümlenin sosyolojide ya da siyaset biliminde bir anlamı, karşılığı gerçekten var mı? Ne demek acaba bu “halkın sağduyusuna güvenmek”?

            Referanduma kısa bir süre kala malum kanallardan birindeki bir konuşmacı (buna benzer sayısız örnekte olduğu gibi), “Aşırı uçları çıkarırsak, Türkiye’de %70’i oluşturan bir kitle var, bu kitle  sandıkta her zaman gereken cevabı vermiştir.” diyerek müjdeyi muştuluyordu. Bu yetmezmiş gibi, birçok sol görüşlü (ya da eskiden sol görüşlü olan) veya akademik ünvana sahip kişiler de seçim sonrasında halkın sağduyusuna güvenme temelinde yazılar yazdılar.
          
            Sandıktan bu sonuç çıktı, buna saygı duymak zorundasınız. Bu cümle totaliter demokrasilerin en sık kullandığı cümledir; çünkü sıklıkla referandum yaparlar. Ama bunun bile bir anlamı vardır, en azından. Der ki; bizim demokrasiden anladığımız bir niceliktir. Bir oy bile fazla alanın dediği olur (ve biz de o bir oy fazlayı almak için her şeyi yaparız). Bunun dışında kalanlar bu karara saygı duymak zorundadır. İyi ama, demokrasinin aslında o kalan %30’un sesleriyle zenginleşmesi gerekmiyor mu, asıl onların varlığına sahip çıkması gerekmiyor mu? Geri kalanlar saygı duymayıp da ne yapacaktı zaten? Ya da saygı duymuyorsa ne yapacak? Demokrasinin bir başka totaliter özelliği de burada yatar; saygı duymuyorsan ve sistemi değiştirmek istiyorsan bunu yine sistem içinde demokrasinin belirlediği yollarla yapmak zorundasın. Neoliberal-temsili-parlementer demokratik sistem dahilinde aday olacaksın, seçileceksin, vs. vs. (aynen Hitler’in yaptığı gibi). Çoğunluğu ele geçirdiğin anda, en demokrat sensin.

            Türkiye Cumhuriyeti de totaliter demokrasiyle yönetildiğinden, buna çok yakın uygulama, olay veya beyanla karşılaşabilirsiniz. Türkiye’deki anlayışta da, demokrasi halkın AKP’yi seçmesidir. Bunun dışında kalanlar buna saygı duymak zorunda olduğu gibi (ya da parti başkanının bağıra bağıra hazzzmedeceksiniz dediği gibi) karşı düşüncelerin, sistem eleştirilerinin, halkın bilinçlendirilmesi ihtiyacının dile getirilmesinin hepsi faşizm ya da totaliterliğin bir başka biçimidir. Sen kim oluyorsun da “demokratik” sonucu beğenmiyorsun; kim oluyorsun da halkı bilinçlendirme (artık bu en büyük totaliterlik ve halk düşmanlığıdır) gibi bir amacın oluyor. “Bu sonuca saygı duyacaksın!” cümlesinin anlamı budur. O halde az önceki sorumuza geri dönelim.

            Referandumun, tüm seçmenler bazında gerçek oranlarına göre; %20 küsür oy kullanmayan ve bunun çoğunluğu boykot olan yani bilinçli olarak oy kullanmayan “halk”, %30 küsür hayır oyu veren “halk” ve %40 küsür evet oyu veren “halk” var Türkiye’de. Merak etmeyin, ne “işte, bu sonuçlara göre asıl kazanan”ı açıklayacağım ne de oyların matematiğiyle ilgileneceğim. Benim üzerinde durmak istediğim konu halkın sağduyusunun yeriyle ve anlamıyla alakalı. Soruyu tahmin ediyorsunuzdur; hangi halkın hangi sağduyusuna güveneceğiz ve neden?

            Halkın sağduyusuna güvenme cümlesi, bir bakımdan “Tanrı vardır” sözüne benzer. Felsefi olarak tartışılabilecek (felsefi olarak derken, asla aşağı bir anlamda kullanmıyorum, “neden?” sorusu olmasaydı ne yapardık?) olan bu “Tanrı vardır” cümlesi, bilimsel açıdan “saçma”dır, çünkü ispatı yoktur. Halkın sağduyusuna güvenme cümlesinin de sosyoloji ya da siyaset biliminin alanına girdiğini söylesek herhalde karşı çıkılmaz. İşte bu alanda ve bu anlamda, bu cümle basbayağı “saçma”dır. Hangi temele-teoriye dayanarak, hangi varsayımla, hangi tarihsellikle bu iddiada bulunulduğunu anlamak mümkün değildir. Her bir insanın (bu yazıyı yazanın da okuyanın da) tek tek kandırılabildiği gibi, bir halk da kandırılabilir, çıkarları manipüle edilebilir, kısa vadeli çıkarını doğru hesap ederken uzun vadedeki çıkarlarını tahayyül etme konusunda zorlanabilir. Bunun hem tarihsel hem de teorik temeli mevcuttur. Halkın kandırılamaz bir “sağduyu”su olduğu fikrine, bu iddia sahiplerinin nereden kapıldıklarını açıklamaları gerekiyor. Halk, manipüle edilebilir ve bu olduğunda halk oylarıyla, mesela, Hitler’i seçebilir ya da “halk”ın bir kısmı sessiz sessiz ya da bağıra çağıra derdest edilip toplu halde bir yerlere götürülürken halkın “sağduyu”su, kendisi de derdest edilip götürülene kadar, bu duruma kayıtsız kalabilir ve hatta belki de bu durumu alkışlayabilir.

            Tüm insanlık tarihinin en amansız ve önemli sorularından birini sorarsak, durum daha da açıkça ortaya çıkacaktır: “Neden?” Üstelik bu “neden?”i cümlede istediğiniz kelimenin önüne de koyabilirsiniz;

1.)    Neden halkın sağduyusuna güvenelim?
2.)    Halkın neden sağduyusuna güvenelim?
3.)    Halkın sağduyusuna neden güvenelim?

İlk ve üçüncü sorulara (ikinci soruya daha sonra kısaca değineceğim), “halka güvenmeyeceğiz de, ya neye güveneceğiz?” gibi aslında “halkın sağduyusuna güvenin” cümlesiyle birebir aynı saçmalıkta olan bir şekilde cevap verilebiliyor. Aslında bu cevabın da bir katkıdan ziyade, ilk cümlenin tekrarı olduğunu anlamak zor değil. Fakat sadece hümanist-ajitasyoncu-popülist bir damar daha ekliyor tartışmaya. Diyor ki, “Sizi gidi halk düşmanı, fildişi kulesinde oturan pis entelektüeller sizi! Siz halkı hep böyle aşağılarsınız işte. Oysa biz halkın sağduyusuna hep güveniriz.” (İşte bahsettiğim hümanist-ajitasyoncu-popülist damar bu) Aslında olayın bununla alakası olmadığı çok açık. Çünkü “halkın sağduyusuna güvenmek” cümlesinin, “tanrı vardır” sözü gibi bilimsel açıdan “saçma” olduğunu söylemek, aynı zamanda “halkın sağduyusuna güvenmemek” cümlesinin de tıpkı “tanrı yoktur” sözü gibi “saçma” olduğunu söylemektir de. Yani bunların her ikisinin de sadece polemik anlamı vardır. Dolayısıyla “Halka güvenmeyelim!” cümlesi de, “Halka değil de neye güveneceğiz!” cümlesi de saçmadır ve polemik yapmak istemiyorsanız, yazınızda ya da konuşmanızda yeri yoktur.

Yine ilk ve üçüncü sorulara, “Tam tersi, yani halka güvenmemek, çok faşistçe ya da totaliterce” diye de cevap verilebiliyor. Ama yukarıda söylediğim gibi, saçma olan bir cümlenin tam tersi de elbette saçmadır. “Ben her zaman halkın sağduyusuna güvenirim” diyen popülist bir politikacıyla, “ben halka hiç güvenmiyorum” diyen bir elitistin elinde polemikten başka bir şey veya “neden?” sorusuna verebileceği doğru düzgün bir cevap yoktur.
“Daha iyi bir alternatifi olmayan” neoliberal-temsili-parlamenter demokrasi sistemi, bu alternatifsizliğinin ve bu sistem içinde bu üçlünün dokunulamaz olmasının rahatlığıyla halkın sağduyusuna her zaman güvenir. Neoliberal-temsili-parlamenter demokratik kod içinde kaldığınız sürece, kendinizi ifade etme (ve ifade etmekten başka bir şey istemediğiniz sürece) özgürlüğünüzü istediğiniz gibi kullanabilirsiniz; nasıl olsa sonuçta çoğunluğun sağduyusu gereken kararı veriyor.

Günümüzün totaliterliği, siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğünün kısıtlamasında değildir; bunları neoliberal ekonomik kod ve temsili-parlamenter demokrasi sistemi içinde yapmaktan başka yol bırakmamasındadır. Bu “demokratik süreç” ve özellikle de ekonomik kod dışındaki var oluş alternatiflerinin tabu haline getirilmesindedir, günümüzün totaliterliği. Evet, bu sorunlar da – örneğin Türkiye gibi ülkelerde – hala vardır ama bunlar son kertede neoliberal-temsili-parlamenter demokrasinin kaldıramayacağı, massedemeyeceği sorunlar değildir.

Küçük bir örnekle daha anlaşılır hale getirmek gerekirse; bir video paylaşım sitesinde krallıkla yönetilen bir ülkenin kralına (düşünün bir kere ülkenin kralı!) karşı videolar yayınlanmış-yayınlanabilmiş ve ülkenin kralı bu videoların kaldırılmasını istemişti fakat site yönetimi buna karışamayacaklarını belirtmişlerdi. Sonuçta o site o ülkede yasaklanmıştı. Bizim ülkemizde de bazı siteler benzer sebeplerle yasaklı. Bu durum, bazı ülkelerde hala siyasal - kültürel varolma veya kendini ifade etme özgürlüğü konusunda sorunların olduğunu (yukarıda bahsettiğim gibi) gösteren en hafif örneklerden biri. Fakat örneğin Türkiye gibi “demokrasi” ile yönetilen ülkelerde er ya da geç bu sitelerin yasağı kalkacaktır. Bu haber beni çok etkileyen başka bir yönü var. Bir paylaşım sitesinden ülkenin kralını bile istediğiniz gibi eleştirebiliyordunuz ve o ülkede yasaklansa bile site yönetimi video içeriğine karışamayacağını söylüyordu. Ne özgürlük, ne potansiyel ama, değil mi? Fakat aynı paylaşım sitelerinde telif hakkı olan bir video izlemeye çalıştığınızda ne oluyor? Evet, internette her şeyi yapmanın bir yolu var ama bir ülkenin kralının bile eleştirildiği video içeriğine karışamayan siteler, söz konusu telif hakkı olduğunda içeriğe gayet karışabiliyorlar ve yasağı koyuyorlar. Yani asıl dokunulmaz olan krallar değil, telif hakları; yani siyasal – kültürel olarak istediğinizi söyleyin ama neoliberal ekonomik kodun dışına çıkmayın!

Kısaca, bu kodlar içinde hareket ettiğiniz sürece istediğinizi söyleyebilirsiniz; bu kodlara karşı olduğunuzu bile söyleyebilirsiniz. Ama ne zaman bir yerlerde bu kodlarla hareket etmeyi kabul etmeyen bir hareket, bir isyan, bir yapılanma, farklı bir arayış olsa, bu ya bölücülerin ya da utanmaz-uslanmaz, modası geçmiş sosyalistlerin, anarşistlerin işidir. Özellikle neoliberal ekonomik kodu kabul etmeyen ülkeler haydut ve tehlikelidir. Bu aşırı uçlar “çıkarıldığında” halkın %70’lik o sağduyulu kitlesi zaten asla böyle sağduyusuz hareketlere katılmaz. Ya da ne zaman sandığa giden insanların, yani halkın, eğitim durumunun, siyasal bilinçliliğinin geliştirilmesi ihtiyacı ile ilgili bir yorum yaparsanız, o anda halk düşmanı bir totailter olursunuz. Çünkü halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız. (Yukarıdaki ikinci soruyu hatırlayalım) Mesela, halkın eğitim seviyesine, örgütlenme becerisine, zekasına, siyasal hareketliliğine ya da bilinçliliğine, çalışkanlığına, kötü yönetime karşı ayaklanabilmesine, vs. falan değil de; halkın sağduyusuna güvenmek zorundasınız.

Halkı bilinçlendirme, halkın eğitim seviyesini ve siyasal farkındalığını artırma ihtiyaçlarından ve halkın örgütsüzlüğünden bahsetmeyi totaliter bir halk düşmanlığı olarak damgalayan, kayıtsız şartsız “halka güvenmek”, “halkın sağduyusuna güvenmek” gibi cümleler, popülist bir politika aracı olmanın yanında, tehlikeli bir muhafazakârlığın da işaretidir. “Muhafazakâr demokrat”sanız veya “neoliberal sağ” kamptaysanız bu cümlelerin bir değeri ya da amacı olabilir, sizin için. Kaldı ki, asıl halk düşmanlığı, halkı aşağı görme eğilimi bu cümlelerde gizlidir aslında. Yukarıda belirttiğim gibi, hiçbir şeyine değil ama belli belirsiz, neredeyse içgüdüsel diyebileceğimiz bir tavrına güveniliyor halkın; halk bu konuma indirgeniyor. Şahsen biri bana sürekli, sana ya da senin sağduyuna kayıtsız şartsız güveniyorum, deyip duruyorsa, bu o kişiden şüphelenmem için yeterli bir sebeptir. Sorarım ona; “Neden?” Evet, halkın sağduyusuna kayıtsız şartsız güvendiğini söyleyip duranlar halkçı değil; popülist muhafazakârlardır. Başka meziyeti yokmuş gibi bu halkın, sağduyusuyla vereceği oylara güveniliyor ancak.

Ama nedir bu sağduyu? Neye göre, neye karşı ve ne zaman harekete geçer? Neleri görür-yapar, neleri göremez-yapamaz? Halk sağduyusuyla, kendisine sunulan neoliberal ekonomik kodun, temsili-parlementer demokratik sistemin dışında bir seçeneği tahayyül edebilir mi, bunun için harekete geçebilir mi? Ya da halkın sağduyusu genellikle kendisine sunulanların peşinden mi gider? Yoksa, hatta, zaman zaman, yeterli aracı da elinde bulunduran tek bir adamın ağzına mı bakar bu sağduyu dediğiniz?

Halkın sağduyusunun yeri, bir adamda mı, %20’de mi, 30’da mı, 40’ta mıdır? Hangisine güvenelim? Bunlara cevap verirken demokratik incilerinizin dökülmemesine dikkat edin.

Avrupa'nın Kimlik Krizi

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

Bilgi Üniversitesinin düzenlediği İstanbul Seminars 2010 Dialogues on Civilizations’a katılmadan önce kafamı kurcalayan bir soru vardı, Seminars sırasında ve ne yazık ki Seminars’dan sonra da kafamdaki bu soru aynı yerinde duruyor; Avrupa’da veya Batı kültüründe yaşanmakta olduğu söylenen kimlik kriziyle alakalı.

            Baumann’ın, “Stranger=Danger” algılamasını ve modernizmin “öteki”ne karşı onu ya “yeme” ya da onu “kusma” ile tepki verdiğini anlatan; Cengiz Aktar’ın Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almamasının meşru olmayan sebeplere dayandığını gösteren sunumları sırasında en yüksek seviyeye ulaşan merakımın en sonunda medeni cesaretsizliğimi yenmesi sonucunda, Alain Tourraine’e ve Zygmunt Baumann’a şu soruyu sorma ayrıcalığına sahip oldum: “Avrupa’nın yaşadığı kimlik krizini, kendi “öteki”sinin kim olduğundan bu kadar emin olması durumu ile nasıl birleştirebiliyorsunuz? Kimlik krizi içindeki bir insanın, kendi “öteki”sinin kim olduğuyla ilgili de şüpheleri olması gerekmez mi?”. Sorumu zenginleştirmek için Baumann’ın kitabından da (şimdi burada tamamını aktaracağım) kısa bir alıntı yaptım:

“Hacıların” yüz yüze geldikleri ve çözmek için mücadele ettikleri sorun “Oraya nasıl varılacak?” sorunudur. Oysa günümüzde serserilerin, adresi olmayanların ve sans papiers’in (kimlik belgesi olmayanlar) sorunu “Nereye gidebilirim?”, “Bu yol beni nereye götürür?” şekline dönüşmüştür. Artık görev, dertler, hatalar, alınan dersler... aracılığıyla ileriye doğru uzanan yolu kat etmek değil; en az riskli dönüşü yapmak, yol çıkmaza dönüşmeden başka bir yol tasarlamaya başlamış olmaktır. İnsanların asıl tereddüdü, seçtikleri kimliği nasıl edinecekleri ya da çevrelerine nasıl kabul ettirecekleri değil; hangi kimliği seçebilecekleri ve piyasada zamanı dolunca gerekli uyanıklığı gösterebilip gösteremeyeceğidir. Ve temel endişe, sağlam bir toplumsal sınıf içinde nasıl yer bulunup, bunun nasıl korunacağı değil; zaten zorlukla oluşturulan çerçevenin bir anda eriyip gidivereceği endişesidir.”[1]

Bir süredir kendini açıkça, bir kimlik krizi içinde gösteren, her türlü kültürel, sanatsal, akademik, vs. ürünüyle Avrupalı insanın bir kimlik krizi içinde olduğunu anons eden Batı, “öteki”si konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyor gibi görülüyor. Kafamı kurcalayan sorun bu idi. Sorumu sorarken, Cengiz Aktar’ın sunumunu yaparken kullandığı (Fransızca olmasından dolayı Fransızların yaptığı anlaşılan) AB ve AB’ye aday ülkeleri gösteren haritada; üye veya aday olsun ya da olmasın Rusya da dâhil Avrupa’daki tüm ülkelerin farklı renklerde gösterildiği ve Türkiye’nin (ve haritanın en alt kısmında kuzeyinin bir kısmı görülen Afrika’nın) renksiz gösterildiğine dikkati çektim. Yani kimlik krizi içindeki renkli renkli Avrupa ülkeleri ve doğularında renksiz bembeyaz bir hayalet gibi duran Türkiye. Sorumun sonunda asıl Türkler olarak bizim şu anda bir kimlik krizi içinde olduğumuzu çünkü Batı’nın ve Doğu’nun ne anlama geldiğini, bizim “öteki”mizin Doğu mu yoksa Batı mı olduğunu dahi bilemediğimizi (tabi, mevcut hükümetimizin derme çatma iç ve dış siyasetinin de etkisi var) belirttim.

Genel geçer konferans kurallarının da farkındaydım bu soruyu sorarken; yani, konuşmacılar konuşur, dinleyenler soru sorar ve konuşmacılar sorulara cevap vermez! Fakat en azından bazen soruya değinir, çevresinde dolaşır veya bir açıdan yaklaşır. Benim durumumda bunların hiçbiri olmadı. Galiba, sorduğumun bir soru değil de, cevabı kendisinden menkul bir serzeniş olduğu düşünüldü. Aslında böyle değildi, kinaye yapmıyordum. Avrupa’da bir kimlik krizi yaşadığını gerçekten düşünüyorum ve nasıl oluyor da “öteki”si konusunda bu kadar net olabiliyorlar bunu anlamak istiyorum. İki büyük filozoftan birinin (cevap zaten beklemiyordum ama) konuya ne açıdan yaklaşacağı, nasıl bir argüman geliştirilebileceği konusunda ipuçları vereceğini umuyordum en azından. Olmadı, olduramadım.

Kafamdaki birkaç olasılığı paylaşmak istiyorum. Bu acaba şu durumlardan biri olabilir mi?

1.)                             Kimlik krizi içindeyim, kim olduğumu kaybetmiş durumdayım ama “bu” olmadığımı da kesin olarak biliyorum”. Yani Avrupa her ne kadar kimlik krizi içinde de olsa Türkiye’yi o kadar uzakta görüyor ki, kendisinden emin olamasa da “öteki”sinden bu kadar emin olabiliyor.
2.)                             Biz kimlik krizi içindeki renkli renkli Avrupa ülkeleriyiz. Doğumuzda ise monoblok renksiz, kim olduğundan gayet emin olan Türkiye var.” Yani Avrupa bir kimlik krizi içinde ve kimlik krizi içinde olmayıp, kendisinden tamamen emin olan kimliksel olarak monoblok bir yapı sergileyen ülkelerden (bu eminliklerinden dolayı) korkuyor ve onları “öteki” olarak görüyor. Kimlik bunalımı içindeki karasız demokratlar versus kimliğinden emin kararlı totaliterler.
3.)                             Kimlik krizi düşündüğümüz kadar derin değildir. Ya da Avrupalı sıradan vatandaş değil de, Avrupa kültürü üreticileri veya Batılı düşünürler bir kimlik krizi içine girmiştir.

Konuya nasıl yaklaşılabilir? Sosyolojik, psikolojik hatta psikanalitik, siyasi, ekonomik? Batı'nın kimlik krizinin mahiyeti nedir?


[1] Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2005s. 182–183

Kertenkeleyi Öldürmeden Önce

Süha Karadeniz
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Doktora Öğrencisi

Nazım Hikmet Kültür Merkezi kendi içinde kolektif bir çalışmayla, Hrant Dink anısına bir kısa film hazırlamış ve 27 Ocak 2009'da ilk gösterimi yapılmıştı. Adı Kertenkele. Film Hrant Dink'in bir yazısından yola çıkılarak görsel hale getirilmiş. Herkesin kendi hesabına bir pay çıkarması gerektiğini ve Rakel Dink'in "bebeklerden katil yapan sistem" serzenişini hatırlatan film, insanlar-kültürler-toplumlar arasındaki duvarların yıkıcılığını ve bu yıkıcı bilincin nasıl yeniden üretildiğini gözler önüne seriyor. Elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz ama burnumuzun tam dibinde duran bu yeniden üretim (yıkım) mekanizmaları öyle yerleşmiş ve sinsice işliyor ki, bir saniye durup üzerine düşünmediğinizde, yazmadığınızda ya da harekete geçmediğinizde sizi bile içine alıyor, kendine ortak ediyor.

Filmin adı benim için özel bir anlam taşıyor. Çocukluğumda başımdan geçen ve halen unutamadığım bir anım, bu filmden sonra yine yakaladı yakamdan bırakmıyor. Bir yaz tatili, köydeki eski evdeyiz yine. Bu yaz kafama koymuşum bir kertenkele yakalayacağım. Çocuk hevesi işte, bir kertenkele gördükçe hevesim canlanıyor, düşüyorum peşine, kaçırınca unutuyorum gidiyor. Fakat birgün bir tanesini tam yakaladım dediğimde elimde kala kala bir kuyruk kaldığında kıvrım kıvrım, o andan sonra ne çocukluğum kaldı ne saflığım. Nasıl da başladım irrasyonel hevesimi gerçekleştirecek rasyonel planlar kurmaya (Tarihte de başımıza en büyük felaketler irrasyonel amaç-heveslerin rasyonel planlarla gerçekleştirilmesinden gelmedi miydi zaten?). Bir kertenkele bulacak, onu ürkütmeden uzaktan sabırla takip edip bir anda yakalayacaktım. Peşinden çocuk gibi koşturmayacak, adam gibi bekleyecektim. Ve bir gün bir kertenkele daha gördüm, bir delikten bakıyordu sessiz sessiz ve ürkek. Ben de sessiz sessiz ve planımın gururuyla gittim bir patates (evet patates) aldım küfeden, başladım beklemeye. Patatesi kertenkeleye vurmak için kullanacaktım. Küçücük çocuğum; bir şeyi tutmak için onu öldürmek gerektiğine nasıl karar vermiştim acaba ya da vermiş miydim acaba? Kertenkele kafasını çıkarıp sokuyor ama istediğim elverişli pozisyona gelmiyordu bir türlü. Sonra gövdesini tüm açıklığıyla benim hevesime sunduğunda aniden indirdim patatesi kafasına. Çıkmayınca canı tam, indirdim bir daha ama ikinci darbeyi korkudan mı vurduydum, yakalama heyecanından mı yoksa panikten mi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o son darbeden sonra hareketsiz kalan kertenkeleye bir süre baktıktan sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamamdır. Öylece duruyordu yerde ve onu öldürmüştüm kendi elimle. Bilmiyor muydum öleceğini vururken ya da hevesimin sonucunu ve etkisini ancak görünce mi anlamış-hissetmiştim, tam da başına gelmeden anlamayan her çocuk gibi. Ne yaptım biliyor musunuz? Aldım kertenkeleyi az önce onu acımasızca öldürdüğüm elime nazikçe ve onu az önce çıktığı kovuğa, evine geri koymaya çalıştım küçücük katil parmaklarımla. Onu olabildiğince doğal görünecek şekilde bir ayağı yukarıda bir ayağı aşağıda, vücudunu sanki kendi kıvırmış gibi bükümlü yerleştirmeye çalıştım. Hala ağlıyor, yaştan buğulanmış gözlerimi bir kapayıp bir açıyor ve sanki onu orada ilk kez görmüşüm ve aslında canlıymış gibi hissetmek istiyordum. Nasıl da istiyordum şimdi yaşamasını, o kendine has hızlı hareketleriyle dilediği yere gitmesini, aynı bahçe içinde ikimizin birden var olmaya devam etmesini... Gözümü kapayıp bir süre bekleyip açtığımı ve onun hareketsiz bedenini her görüşümde, inanamayıp yaptığıma, ağlamaya, pişmanlığa, özürler dilemeye devam ettiğimi unutamam hiçbir zaman. Keşke, keşke bir durup düşünseydim (yazsaydım ya da harekete geçseydim) bu yıkıcı hevesimin üstüne. O zaman belki gerek kalmadan, öldürdükten sonra kertenkeleyi, ağlamama ve özürler dilememe; anlardım onunla aynı bahçede olmanın ne büyük zevk olduğuna da yapmazdım bu yaptıklarımı.

Peki, gelmedi mi zamanı burada, bu bahçede yaşayan koskoca insanlar olarak, şu çocukluktan kurtulmamızın; yaptıklarımızın, incittiklerimizin, öldürdüklerimizin arkasından ağlayıp, eyleyip, özür dilemeyi bırakıp da, bu yıkıcı duvarlara-mekanizmalara-heveslere karşı bir durup düşünüp, yazıp, harekete geçip de anlamamızın, gerek kalmadan pişman olmaya, ne büyük zevk olduğunu duvarsız-sınırsız-sınıfsız bir toplumda yaşamanın?

Kendiyle hesaplaşmaya hazır, pişmanlıklarımızdan sıkılmış olanlara harekete geçmenin ilk adımı olarak filmi izlemelerini tavsiye ederim.

Beşiktaş Taraftarına Mektup

Süha Karadeniz, Beşiktaş Taraftarı

2007-2008 1-2'lik Sivas maçı. Ankara'dan arkadaşım gelmiş, siyah-beyaz bir film varmış, stadda bir matem havası...İşinin gücünün ortasında Ankara'dan günübirlik maça gelen ve gece otobüse binip geri dönecek olan arkadaşımın açıklaması şuydu; "Böyle bir durumda takımımı yalnız bırakmamam gerektiğini hissettim. Gelmezsem olmazdı." Beşiktaş taraftarının takımıyla kurduğu ilişki işte böyle bir ilişkidir. "Sevinmek için sevmedik"in açılımı budur. Kendini takımına karşı sorumlu hisseder, Beşiktaş taraftarı. Her zaman gülmek, oynamak, sevgilisiyle buluşmak için değil; bazen ağlamak bazen de sadece gelmek zorunda olduğunu hissettiği için, sorumluluktan gelir stada. Kant'çıdır bir bakıma Beşiktaş taraftarı.

İşte işlerin iyi gitmediği o günlerde dolmuştu stad yine her biri huzursuz ama her birinin bir sorumluluğu da olan taraftarlar tarafından. Kendi başkanlarından daha ilkeli olan taraftar PAF takımını istiyor sahaya, "sözünü yiyen başkan" istemiyorlar. PAF takımını isteriz sesleri, yönetim istifa sesleri, Y.D. yeter sesleri... Bu işin 1. dakikası 90. dakikası yok. Taraftar her dakika bağırır, eğer gerekiyorsa. Ardından bir gol atıyor Beşiktaş.

(Şimdi buraya uzun bir parantez açmak istiyorum. Her taraftarın en büyük zevkidir uzun uzun "Gooooolll!!" diye bağırmak. İnsanları stadlara çeken en büyük motivasyon budur. Denir ya, “küfür etmek, deşarj olmak isteyen stresli insanların başvurduğu bir yoldur” diye; "Gooooolll!!" diye bağırmaktan daha deşarj edici bir şey olamaz stad sınırları içinde. Küfür, "Gooooolll!!" diye bağıramamış taraftarın alternatif yöntemidir. Beşiktaş taraftarının çekiciliği, bu alternatiflerinin (küfürlü - küfürsüz) çok yaratıcı, çok yönlü ve çeşitli olmasıdır. Ayrıca yukarıda söylediğim gibi diğer taraftarların büyük çoğunluğunun aksine sadece sevinmeye de gelmez zaten stada Beşiktaş taraftarı. Yine de "Gooooolll!!" diye bağırmaktır bir taraftarın en büyük mutluluğu. Bu yüzdendir ki , Sergen 100. yılda şampiyonluğu getiren golü (eski açıkta, tam önümüzde) attığında, (beşiktaş taraftarının gelmiş geçmiş en mutlu anlarından biridir) deşarj olmak ya da mutluluğunu ifade etmek için kimsenin aklına birilerine küfür etmek, ona buna sözle sataşmak ya da çok sevilen bir tezahürata başlamak gelmedi, herkes uzunca bir süre "Gooooolll!!" diye bağırdı sadece. "Kartal gol gol gol" tezahüratının anlamı da budur aslında. Takımından gol isteyen, uzun uzun "Gooooolll!!" diye bağırmak isteyen o taraftarın üç kısa "gol" ile boğazını patlatırcasına bunu beklemesidir bu tezahürat.)

Evet, Sivas'a golü attı Beşiktaş ama o en büyük tatmin, "Gooooolll!!" diye uzun uzun bağırma olmadı. Herkes (çoğunluk diyelim) o "Gooooolll!!" bağırışını boğazına düğümledi, içinde tuttu. Bu tutma, ağlamamak için kendini tutmaya ya da gıcık hocanızın stresli geçen dersinde arkadaşınızla aranızda o nereden çıktığı belli olmayan gülme krizinde kahkalarınızı tutmaya benzemez; belki biraz Cüneyt Arkın'ın Malkoçoğlu filmlerinde bir şekilde düşmanın eline düşüp, işkence gördüğü zamanki kendini tutmasına benzer. Düşman yarayı kanırtır, Malkoçoğlu düşmanına beklediği tatmini vermemek için tüm bedeni, yüzü acıyla titrese, sarsılasa da ağzını açıp gık demez. İşte kısa süreli bu tutmanın ardından taraftar "Y.D. yeter" diye bağırmaya başladı. Gol olmuş, gol diye bağırılmamış, en büyük tatmin başka bir amaç için ertelenmiş… Bu bir taraftar tarafından yapılabilecek en sert muhalafettir, kanımca. Maçı 1-1'e ve 1-2'ye getirenin bu tezahürat olduğu iddiası vardı ama bence yanlıştı. Çünkü golden sonraki "Y.D. yeter" tezahüratları yerini, 1-1'e kadarlık bölümün büyük çoğunluğunda "Aldırma Kartal" tezazüratına bırakmıştı zaten. Aldırma Kartal, ilkesiz başkanına aldırma Kartal, düzenin çarpıklığına aldırma Kartal, kötü hakemlere ve takımın kötü oyununa aldırma Kartal, başın öne eğilmesin. Beşiktaş tarafatarının Kartal dediğini de kimse üstüne alınmasın. Futbolcuların, yöneticilerin, teknik kadronun, her şeyin üstünde bir kavrama tutkundur Beşiktaşlılar. Bunların hepsini çıkardığınızda geriye kalan şeydir o. Bir televizyon programında bir Beşiktaşlı "Beşiktaş için her şeyi yaparım, Beşiktaşlılık için ölürüm" demişti. İşte böyle bir şeydi o tezahürat; şu futbolculara, yöneticilere, hakemlere, rakiplere aldırma Kartal. 1-1 ve 1-2'den sonra yine istifa sesleri... Maç bitiminde, "Bu tezahüratı yapanlar akşam başlarını yastığa koymadan önce uzun uzun bir aynaya baksınlar, neye alet olduğunu anlasınlar!" diye sitem edildi. Yani maç bu tezahüratlar yüzünden kaybedilmişti. Ben öyle düşünmüyorum ama diyelim ki öyle, yine de o maçı Beşiktaş'ın kazanıp kaybetmesinden daha önemli şeyler vardı; onlar için bağırılmalıydı. Eğer yanlış bir şey vardıysa, o da o akşam Y.D.'yi istifa ettiremememizdir diye düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Beşiktaş o gün o maçı kazanabilirdi de, (kaybetmesini niye isteyelim ki!) hatta keşke Beşiktaş maçı kazansaydı ve Y.D. yine de istifa etseydi. Ama işte hayat çok acı; bu ikisinin de tam tersi oldu. Sezon sonunda 2 kupa aldık ve sevindik tabi ama içimde bir ukte vardı hep. O zaman içinde ukte olmayayınız var mıydı, sorarım size? Daha sonra, ilginçtir, bu başkan, kendisi aleyhine taraftarları bağırtmamaya çalışan tribün liderlerinin stada girmesini yasaklattı. Daha sonra bu başkan dünya starlarını Beşiktaş’a transfer etti. Şimdilik, paçayı kurtardı.

Şimdi maçlara daha farklı geliyor Beşiktaş taraftarı. Tabi gelemeyenler de var. Cezai yasaklılar malum (kendisine karşı bağırmadıkları ve bağırttırmamaya çalıştıkları adam tarafından yasaklandılar), ekonomik yasaklılar malum (en ucuz bilet bilmem kaç lira, kapalı üst bilmem kaç lira). Ben hala, içime ta şeref tribününden oturan bir ukteyle izliyorum maçları, dışarıda bir yerlerde. Ekonomik yasaklılardanız çünkü...